12 Eylül 2019 Perşembe

Bektaşilik Mevlevilik Masonluk

Amsterdam'da Ritman adını taşıyan bir kütüphane var. Yanına yaklaştığınızda asıl isminin Hermetik Felsefenin Kütüphanesi olduğunu görürsünüz. Altı başlı heykel ile anılan bu binanın kapısına vardığınızda Yaşayan Kitapların Evi'ne geldiğinizi fark edersiniz. Kapıdan içeri girdiğinizde ise Hür Düşüncenin Temsilciliği'ne hoş geldiniz (1). İşte, geçenlerde, bu hür düşüncenin temsilcisi olan ve Hermetik felsefenin eserlerini barındıran, yanısıra içindeki yaşayan kitaplarıyla tanınan altı başlı eve sahip kütüphanenin önünden geçtim. 

    En çokta bir kuyu gibi resmedilmiş, her tarafı küçük balkonlarla kaplı ve içlerinde anlamsız yüzlü insanların baktığı çukurda, birbirine yanaşmış iki ürkek insanı gösteren resme eyvah'landım. Yaşadığı maddi sorunlardan dolayı uzun süre kapalı kalmış kütüphane yeniden açılmış ve üstelik bol görsellerle donatılmış bir müzeyi de bünyesine ekleyerek geri dönmüştü demek.

    Kütüphane bölümünde gezinirken, yıllar önce elime geçen, içeriğine hızla göz attığım, fakat anlam vermekte zorlandığım bir kitap geldi aklıma; Mani'den Katarlar'a, eski Mısır'dan Gnostikçiler'e, Tapınak Şövalyalerin'den Masonlar'a ve daha nice kenarda kalmış insana dair kütüphanede yolunu kaybetmiş yüzler sebeb oldu, belki... Ama nafile, eskilerde denildiği gibi, taifenin adı hiçbir yerde yoktu; ne raflardan size bakan kitaplarda ne de kataloglarda göz kamaştıran başlıklarda.

    Henüz 1988 yılında kültür ve edebiyat konusunda çalışmalarıyla tanınmış fakat asıl mesleği hukukçu olan Nevzad Odyakmaz (1923-2014) ilginç bir başlıkla bir kitap yayınladı: Bektaşilik, Mevlevilik, Masonluk (2). Başlığın ilk esnada taşıdığı gerilime takılmayasınız. Kitap, oldukça sade ve durgun bir içeriğe sahip; yazar, farklı konular altında üç grubun temel özelliklerinin özetini yan yana vermekle yetinmiş. Neden bu yöntemi seçtiğine dair ne bir önsöz ne de bir sonsöz olmadığından, yorumu okuruna bırakmış.

    Kendisiyle 2001 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde yapılan bir röportajda bu tercihini şöyle izah etmiş: ''Her birinin düşünce ve inanç dizgesini ayrı ayrı anlatmayı yeğledim. Orneğin, Bektaşîliğin Felsefesi, Mevlevîliğin Felsefesi, Masonluğun Felsefesi. Bektaşîlikte Din, Mevlevîlikte Din, Masonfukta Din. Bektaşîlerde Evrensellik ve Kardeşlik, Mevlevîlerde Evrensellik ve Kardeşlik, Masonlarda Evrensellik ve Kardeşlik. Bektaşîlerde Aşamalar, Mevlevîlerde Aşamalar, Masonlarda Aşamalar gibi. Aralarındaki bağı, benzerlikleri ve etkileşimi okurun değerlendirmesine bıraktım; yorumlarda bulunmayı gereksiz buldum.'' (Ulviye Alpay, Nevzad Odyakmaz'la "Bektaşîlik, Mevlevîlik, Masonluk" üzerine", Cumhuriyet Kitap Eki, 12 nisan 2001)

    Muhakkak ki, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi hemen hemen aynı dönemde ve birbirine çok uzak olmayan yerlerde ortaya çıkmış iki tarikatı izlemek, elbette farklılıklarını da unutmadan, oldukça öğretici olabilir. Fakat, çok daha geç bir tarihte Avrupa'da kurulmuş ve ancak 19. yüzyılın son döneminde Osmanlı topraklarında kendisini göstermiş Masonluğu bu halkaya dahil etmek, fazlasıyla izah gerektirir. Üstelik aralarında göz ardı edilemeyecek çok ciddi bir sosyolojik ayrım da bulunuyorsa.

    Yine de, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, bu üç oluşumu, Odyakmaz'ın yaptığı gibi birlikte ele almak için önemli bir neden öne sürülebilir. Bu da, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte Osmanlı İmparatorluğunun merkez şehirlerinde yaşanan politik ortam içerisinde aranmalıdır: örneğin İstanbul, Selanik, İzmir veya Bursa'da. Maalesef, yazarın işlemediği, yanından bile geçmediği, tek konu başlığı da budur. Böyle bir çalışmanın bıraktığı beklenti karşısında, bu eksiklik, sahiden biraz fazla dikkat çekicidir.

    Oysa tam da bu kritik dönemeçte Mason derneği üyelerinin her iki tarikatla geliştirdikleri ilişikilere dair -elbette tersi durum da geçerlidir- epey bir iddia ve suçlama vardır. Bu buluşmaların yaşanan siyasi gelişmeler üzerinde etkisinin olup olmadığı bir kenara, birtakım isimlerin ötesinde tarikatların genelinini kapsayıp kapsamadığı da henüz bir tartışma konusudur.

    Bu iddialar, yanlızca spekülatif tarih-siyaset uğraşına meraklı kişiler tarafından dillendirilmez. Örneğin İrène Mélikoff gibi Alevi çalışmalarında önemli bir isim de, bu konuda kenera atılmayacak şeyler yazmış olanlardan biridir. Ona göre Bektaşilerle (kastedilen Babagan koludur) Masonların buluşması oldukça doğaldı, çünkü Bektaşiler ''her zaman serbest görüşlü (liberal) ve kural dışı insanlar olarak'' biliniyorlardı (Uyur İdik Uyardılar, İstanbul: Cem Yayınevi, 1994, s. 228). Haliyle, onlarla aynı düşünceleri paylaşan Masonlara ilgi duymuş olmaları ve 19. yüzyılın sonundan itibaren birçok önde gelen kişinin hem Bektaşi hem de Mason olması tesadüf değildi. Mélikoff, biraz daha ileri giderek Bektaşilik'teki birçok geleneğin Masonlar'dan etkilendiğini de belirtmiştir (s. 232).

    Mélikoff 'un aksine, bir Bektaşi babası olan Bedri Noyan Dedebaba Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik (VII Cilt, Ankara: Ardıç Yaynları, 2006) adlı çalışmasında iki grup arası ilişkiyi tamamen red etmiştir: ''Bektaşiliğin Masonlukla hiçbir ilgisi yoktur. Konuyu ele alışımın sebebi, yayınlanmış kitaplardan okuduğum masonik düşünce ve ritüelleri ile bazı hususların sanki Bektaşilikten alınmış gibi tıpa tıp benzerlik arz etmesidir.'' Yazara göre, ''güzel ve doğru olan, iyi ve insanca olan her düşünce çeşitli din ve mezheplerde, çeşitli derneklerde elbet benzerlik gösterecektir.'' (s. 641)

    Buna rağmen, görüntüyü karmaşıklaştıran tarikatların geleneksel yapısı değil, bu tür dönemlerde dergâhlara farklı kapılardan girip çıkan insanların çeşitliliğidir: Namık Kemal, Rıza Tevfik, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'den Talat Paşa'ya ve daha birçoklarına kadar (3). Bu silsilede Alman Rudolf von Sebottendorf'u da unutmamak gerekir. Nasyonal Sosyalizm'in ortaya çıkışında rol oynamış bu kişi, 1. Dünya Savaşı'ndan önce uzun dönem Türkiye'de kalmış, Bursa'lı bir toprak ağası olan Hüseyin Paşa ve Yahudi kökenli Turmudi ailesi aracılığıyla Masonluk ve Bektaşilik'le tanışmıştı. Bektaşi geleneklerinden o kadar etkilenmiş olacak ki, büyük savaştan kısa bir süre sonra Almanya'da Die Praxis der alten türkischen Freimauerei (Eski Türk Mason Geleneği) adlı bir kitap yayınladı. Von Sebettendorf, sıradan bir insanın bu tür tarikatlar aracılığıyla mükemmel bir dönüşüm yaşayabileceği tecrübesini, Alman ırkının fertleri için de geçerli kılınabileceğine inanmaktaydı.



    Odyakmaz, bunca emek verdiği çalışmasında, işin bir de bu halkasını muhakkak dahil etmeliydi. Bunun yerine, Bektaşilik, Mevlevilik Masonluk çalışmasının 2005'de yapılan 4. baskısında, ilginç bir ekleme yapılarak, başlık, Bektaşilik, Alevilik, Mevlevilik, Masonluk olarak değiştirilmiştir. Alevilik, kitabın sonunda ancak bir bölümle yerini bulabilmiştir. Yazar, bu baskıya yazdığı önsözde Aleviler'i dahil etmesinin sebebi olarak insan sevgisini göstermiştir: ''Bu nedenle her üç tarikatın ve oluşumun, ayrıca kitapta dipnot olarak açıklanan ve kitabın bu baskısında sonuna eklenen sözlük ve şiirlerle belirtilen Aleviliğin ereği özdeştir.'' Böylelikle, yanlızca eserinin içeriğini fazlasıyla zorlamakla kalmamış, ilk üç baskıda birazcıkta olsa koruduğu gizemli hali de ortadan kaldırmıştır.

    Şurası açıktır ki, oldukça tanıdık bir tarikat profiline sahip Bektaşilik ve Mevlevilik, 19. yüzyıldan itibaren, belki biraz da Masonlara özenerek, siyasete dahil olmak istemiş ve yaşanan sorunların ve toplumsal dönüşümlerin üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Başarılı olmuşlar mıdır? Her ikisi açısından buna ''evet'' demek çok zor. Henüz Cumhuriyet kurulduktan birkaç yıl sonra dini sorumluların ''işlerine'' son verilmiş, dergâhlar ellerinden alınmış ve mekanları birer müzeye dönüştürülmüştür. Tarikatların temsilcilerinin kaderleri, ne kadar aksi yönde çabalamış olsalar dahi, son Osmanlı hanedanı ile bir olmuştur.

    Onlardan geriye kalan küskün dede ve babaların fotoğrafları ise tıpkı Hür Düşüncenin Temsilciliği'nin müzesinde asılı gizemli resimlerdeki insanlara benzer. Tümünde bir ciddiyet, bir düşünce hali ve birazda eksik kalmış bir şeyler sizi izler.



Referanslar:

1. Ritman Kütüphanesi hakkınde bilgi için bkz. https://www.ritmanlibrary.com/

2. Bkz. Nevzad Odyakmaz, Bektaşilik, Mevlevilik, Masonluk, İstanbul: İnkilap Kitabevi, 1988

3. Bu ilişkilerle ilgili daha fazla bilgi için bkz. Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşı'nda Bektaşiler, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003.

7 Mart 2019 Perşembe

Ya Hüsniye! Bir de sen anlat bize, Aleviler Şii'midir?

Kitabın kapağı sizi yanıltmasın. Sultan'ın huzurunda kurulmuş bir masanın etrafında oturmuş üç yaşlı adam ve onlara hitap eden genç bir kız. Başı açık olan bu kız, Hüsniye'dir. Masada karşısında oturan kişiler ise, 8. yüzyılın Bağdat'ında Sünni mezhebine bağlı alimlerdir. Bolca polemik içeren kitapta, bu alimler ve Hüsniye arasında çetin tartışmalar yapılacaktır. İlgimizi çekecek bir şekilde resimlendirilmiş kapak, haliyle, Aleviler ile bu kitap arasındaki ilişkiyi sorgulamak için de iyi bir fırsat sunmaktadır. Muhtemelen genç kuşaklar bu kitabın varlığından haberdar değildirler. Buna rağmen, yakın bir zaman öncesine kadar Alevilerin sahiplenerek okudukları eserler arasında Hüsniye' veya Tam Hüsniye ile karşılaşabilirdiniz.(1) 


    Zor duruma düşmüş ''Hz. Muhammed ve onun Ehl-i Beyt'ini sevmekle tanınmış'' yaşlı sahibini kurtarmak için, Hüsniye, zamanın bilgeleriyle ''İslami konularda ve ilimde'' Harun Reşid'in huzurunda tartışmayı önermiştir. Tartışmadan başarıyla çıkarsa sahibine kendisini kurtaracak para verilecek, başarısız olduğu durumda ise alıkonulmayı kabul edecektir. Bu zor teklifi yapan Hüsniye'nin tek bir dayanağı vardır: İmam Cafer-i Sadık'ın yanında yetişmiş olmak ve ondan aldığı bilgilerin mutlak üstünlüğüne olan inanç. Hüsniye, tartışmaya açılan bütün başlıklarda karşıtlarına üstün gelecektir. Onun başarısı aynı zamanda taraftarı olduğu Şiiliğin haklılığını kanıtlamak için sunulmaktadır, çünkü ele alınan konular bir bütün olarak Şiilik (12 İmamcı) için önemli olan meseleleri içermektedir. Her ne kadar, hayır ve şerin kaynağı, kader ve aklın işlevi, mut'a nikahının caizliği gibi değişik temalar işlenmiş olunsa da, kitabın önemli bir bölümü, peygamberin ölümünden sonra neden Hz. Ali'nin (ve sonraki İmamların) onun varisi ve Müslümanların meşru halifesi olduğu meselesine ayrılmıştır. 

    Hüsniye'yi Alevilik ve Şiilik tartışmaları bağlamında ilginç yapan şey zaten bu bölümdür. Peygamberin varisi kim olmalı sorusana verilen cevap, başlangıçta olduğu gibi, yalnızca politik bir tercih ile sınırlı kalsaydı, sonuca ulaşmak sorun olmayacaktı. Evet, Aleviler bütün Şiiler gibi Hz. Ali'nin velayetini kabul ederler. Dolayısıyla, Ali taraftarlığını ifade eden ''Alawi'' veya ''Şia'' nitelemeleri onları da kapsar. Bu önemli ortaklık kesinlikle hafife alınamaz; çünkü her iki grup içinde dinsel tabakayı oluşturan kesimler, birbirlerinden çok farklı bir konumda dahi olsalar, kendi meşruluklarını bu tercihle doğrudan ilişkilendirirler. Fakat bu güçlü ortak zemin, aynı zamanda, onlar arasındaki sorunlu ilişkilerin merkezinde de durmaktadır.  

    Hz. Ali taraftarlığının politik bir tercih olmaktan çıkıp, dinsel bir görünüm almaya başlaması 680 Kerbela vakasıyla başlamıştır. Bu trajik olay için sonraki yıllar Muharrem ayında düzenlenen anmalar, Şia taraftarlığının ilk ritüellerini oluşturmuştur. Şiiliğin temel prensiplerinin İmam Bakır ve İmam Cafer-i Sadık'la sekizinci yüzyılda nasıl şekil aldığına dair, R. Lalani'nin Early Shi'i Thought: The Contribution of the Imam Muhammad al-Baqir (Erken Dönem Şii Düşüncesi: İmam Muhammed el-Bakır'ın Katkısı) adlı çalışması oldukça önemli bilgiler içerir. İmamların peygamber ile yakın kan bağlarının ötesinde sahip oldukları varsayılan ilahi ve ilmi özellikleri, bu öğretinin önemli bir ayağını oluşturur. Bu dönemde İmamet doktrini, ilahi ışık, kalıtsal bilgi, Kuran yanısıra hadisler hakkında çalışmalar ve nass gibi gelenekler ve kurallar benimsenmiştir. 

    Şiiliğin şekillenmesinde önemli ikinci evre ise 12. İmam Muhammed Mehdi'nin 874 yılında sır olmasıyla başlar. Kısa bir süre onun geri geleceği fikri benimsenir, fakat bu 941 tarihinden itibaren terk edilir ve Şiiler bundan sonra İmam'ın yokluğunda onun temsilcisinin kim(ler) olabileceği ve vasıflarının ne olması gerektiğine cevap aramak zorunda kalırlar. İşte bu dönemde Mehdi'yi temsil edebilecek kişilerde üç özellik olması gerektiği kabul görür: Kuran ve Hadislere mutlak hakimiyet ve aynı zamanda gerektiğinde akıl yürüterek (içtihad) sonuca varma kabiliyeti. Bilgi ve dini eğitimi esas alan Şiiliğin ulema tabakası da böylelikle biçim almaya başlayacaktır.  

    İşte Hüsniye'de tanıklık ettiğimiz birikim, bu Şii geleneğiyle bir bütün olarak örtüşmektedir. O konuların izahı ve sorulara verdiği cevaplarda her seferinde aynı yöntemi izler: Ayetlerden alıntı yapar, hadislerle bunu destekler ve ayrıca sıkı bir akıl yürütür. Aleviler ile sorunda burada başlamaktadır. Muhakkak ki, Hz. Ali ve sonraki İmamların haklılığı Aleviler için oldukça temel bir meseledir, fakat onlar bunu izah ederken Hüsniye gibi yoğun bir Kuran ve hadis referansı yapmazlar. En azından 20. yüzyıldaki Aleviler için durum budur. Onların tercihleri daha çok batini menşeli anlatılarla ifade edilmektedir. Kuran'dan alıntılar ve hadis referanslarına başvurulduğu yerde de (Miraç, Gadir-i Hum ve 73. fırka konularında olduğu gibi), kendi yorumlarını katmaktan geri durmazlar. Yine de, Alevilerin, örneğin 19. yüzyıl ve öncesinde, Hüsniye'de tanıklık ettiğimiz gibi, Kuran ve hadis geleneğine daha vakıf oldukları ve bu bilgilerini 20. yüzyılda kaybettiklerini de hesaba katmak gerekir. 

    Tarihsel veriler, Aleviler'deki Hz. Ali yaklaşımının en az 12 İmamcı Şiilik kadar bir geçmişi olduğuna işaret etmektedir. Peygamberin ölümü sonrası Hz. Ali çevresinde tutkun bir kitlenin olduğu ve onun hakkında, özellikle güney Irak bölgesinde, 'aşırı' (Ghulat) fikirlerin erken dönemde geliştiği bilinmektedir. Hz. Ali'ye olan bağlılıklarıyla tanınan bu gruplar da, tıpkı 12 İmamcı Şiilik'te olduğu gibi, 10. yüzyıldan itibaren kendi örgütlülüklerini geliştireceklerdir. Onların devamcıları olarak günümüze kadar ulaşan İsmaili, Dürzü ve Nusayri gibi oluşumların hepsinde ortak özellik, kendilerine ait bir kozmoloji yorumu ve bununla ilişkili ruhban tabakasının varlığıdır. Öyleyse, Alevilerin kabul ettikleri Hz. Ali yaklaşımı ve onlara yön veren dinsel tabaka için 12 İmamcı Şiilikle köken birliği aramak gerekli olmayabilir. Bu yüzden, Hüsniye'de yapılan tartışmalar bir yere kadar Alevileri etkileyebilir. 

    Bu sorunlu durumun izahı için Hüsniye'nin Alevi kitaplığına nasıl girdiğine de bakmak gerekmektedir. Aslında eserin onlarla buluşma tarihi o kadar da eski değildir. Fatih Usluer ve Sıdıka Demirsöz'ün ''Risale-i Hüsniye'' (Alevilik Araştırmaları Dergisi, no 2:4, 2012, ss. 67-122) adlı makalelerinden öğrendiğimzi kadarıyla aslı Arapça olan bu kitap – 11-12. yüzyllarda yazılmış olduğu kabul edilir- 1576 yılında Safavi Şah Tahmasb istemiyle Farsça'ya çevrilmiştir. Osmanlıca ilk baskısı ise 1857 yılında Farsça eser esas alınarak yapılmıştır. Kitabın Aleviler arasında yaygınlaşması 1950'lerden itibaren yapılan Latin harfli farklı baskılar aracılığıyla gerçekleşmiştir. Osmanlıca -ve hatta Farsça- kopyalarının Alevilerin eline daha erken dönem geçmiş olabileceğini de ihtimal dışında tutmamak gerekir. 

    Kitabın bir nevi Safeviler üzerinden Alevilere ulaşması çok da şaşırtıcı değildir. Çünkü, nasıl ki, genel olarak Şiilik ve Alevilik arası tarihsel ilişkiler için Hz. Ali başlangıç olduğu kadar ayrışıma da işaret ediyorsa, daha özel bir alanda aynı karmaşayı yansıtan ikinci bir isim ise, Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail'dir. Alevilerin önemli bir bölümü için Anadolu'da Aleviliğin oluşumunda kilit bir isim olarak anılan Şah İsmail, ne gariptir ki, ayn zamanda İran'da 12 İmamcı Şiiliğin devlet dini olmasını karar alan kişidir. Bu karar sonrası Safeviler, Irak ve Lübnan'dan getirilen Şii ulemayla İran'ı büyük oranda Şiileştirmeyi başaracaklardır. Bunun, yanlızca Sünniliğin İran topraklarında gerilemesiyle değil, bir o kadar da farklı Alici ve mistik akımların önemli oranda etkisizleştirilmesiyle mümkün olduğunu Kathryn Babayan'ın The Waning of the Qizilbash (Kızılbaşın Yokoluşu) adlı çalışmasından öğreniyoruz. 

    Buna rağmen, Safevilerin icraatları Anadolu'daki Aleviler tarafından bir bütün olarak hatırlanmaz. Onlarda öne çıkan isim Hatayi mahlasıyla nefesler yazmış Şah İsmail'dir, ki kimi Alevi grupları için onun yazdıkları cem ayinlerinin baş tacıdır. Safeviler, henüz erken dönemde dinsel tercihlerini farklı yönde yapmış olsalar da, Anadolu Kızılbaşlarına olan ilgilerinin devam ettiğini gösteren en önemli veri, 16. yüzyıldan itibaren gönderilen Buyruk isimli kitaplardır. Aleviliğin öğreti kitabı olarak kabul edilen Buyruklar, Şii ve tasavvufi geleneklerin bir buluşması olarak görülebilir (bkz. Doğan Kaplan, Yazılı Kaynaklarına Göre Alevilik, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2010). Bu ilginç bir durumdur, çünkü İran'da inşa edilecek Şiilik tasavvufi akımlara karşı tutumuyla bilinir. Bu tespit, Buyrukların oluşumunda Anadolu'da etkili olan dinsel geleneklerin hesaba katıldığı fikrini desteklemektedir. Buna rağmen, Buyrukların Aleviler tarafından birebir kabul edilip uygulandığını söylemek de doğru değildir. Yakın bir zamana kadar Aleviler Buyruklar'da olmayan veya onunla uyuşmayan birçok geleneği sürdürmekteydiler. 

    Hem Buyruk, hem de Hüsniye gibi aynı kaynaktan gelen kitapları okurken, şu soru es geçilemez: Anadolu Alevileri 16. yüzyıldan itibaren sürdürülen çabalara rağmen ne ölçüde 12. İmamcı Şii geleneğinden etkilenmişlerdir? Şiiliğin en önemli ritüellerinden biri olan Muharrem törenleriyle Anadolu Alevilerinin yaşattıkları Muharrem Orucu geleneğinin bir hayli farklı oluşu bile, bu sorunun önemini gösterir. Ayrıca, Anadolu 'da Alevi geleneklerinin biçim aldığı süreçte, 12 İmamcı Şiilikten daha çok, Osmanlı toplumunda etkin olan dinsel pratikleri hesaba katmak gerekmektedir; çünkü Alevilik içerisinde tasavvufi kavramların belirginliği, bu yönde düşünmemizi mecbur kılmaktadır. 

    Safeviler sonrası İran hükümdarları Anadolu'daki Aleviliği etkilemek için girişimlere devam etmişler midir? Bunu detsekleyecek hiçbir veri yoktur. Dayanağı olmasa da, 1857 yılında çevirisi yapılan Hüsniye kitabı belki bu çabaların uzantısında görülebilir. Yine de, şimdilerde bazı Aleviler tarafından tedirginlikle ifade edildiği gibi, Alevileri Şiileştirme ''girişimlerinin'' tarihsel yönü görmezlikten gelinemez. Meselenin pek de uzun bir geçmişi olduğu ve iki grup arasında karşılıklı bir ilginin olabileceği unutulmamalıdır. Hüsniye, bu ilginin 19. yüzyılda ifade edilmiş ve Aleviler tarafından okunmaya değer görülmüş, fakat taklit edilmemiş bir örneğidir. Bunu ''güzellikte ve kibarlıkta eşsiz ve benzersiz olan'' Hüsniye'nin (s. 10) sunduğu bilgiler de değiştirememiştir. Çünkü, en azından yakın bir zamana kadar, Hüsniye'nin tartışmaya açtığı konular hakkında, Alevilerin kendi birikimlerinden çıkarak verebilecekleri cevapları vardı.
 

Referanslar

1. Burada, Can Yayınları tarafından Tam Hüsniye başlığı ile 1996 yılında İstanbul'da yapılmış 6. baskısı kullanılmıştır. Yalnız Hüsniye başlığı ile basılan kitaplarda, Alevilere yabancı fakat Şiilikte kabul gören müt'a nikahı gibi tartışma konuları dahil edilmemiştir. Hüsniye hakkında farklı değerlendirmeler mevcuttur. Bunlardan, Harun Yıldız'ın, ''Hüsniye'de Mezhebi Motifler'', Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 36, 2014, ss. 5-30) adlı makalesi kitabın içeriğine dair toparlayıcı bilgiler içermektedir.)

7 Şubat 2019 Perşembe

HZ. ALİ MÜHR-Ü SÜLEYMAN İZİNDE

Bu başlığı taşıyan kitapla geçen ay bir sahafta karşılaştım. Selami Münir Yurdatap'a ait tarih kurgu türünden eser 1971 yılında basılmış. Yurdatap, yazım dünyasına değişik katkılar yapmış ilginç bir şahsiyetmiş. Kitap, ilk etapta Sultan Süleyman'a dair merakımdan dolayı ilgimi çekti. Dersim'in sözlü geleneğinde kendine has bir yeri vardır Sultan Süleyman'ın. Buna rağmen, kitabı okuduktan sonra beni düşündüren şey Hz. Ali resimleri oldu.

 

    Alevi inancına mensup ailelerin evlerinin vazgeçilmezlerinden birisiydi Hz. Ali resimleri. Örneğin, çocukken evimizin oturma odasında onun oturmuş haliyle yapılmış bir portresi asılıydı. Ünlü kılıcı Zülfikar'ı dizlerinin üstünde durmakta ve o bir eliyle hafifçe kılıcın kabzasını tutmaktaydı. Bu portreden birçok evde vardı. Sonradan onun tasvir edildiği başka resimlerle de karşılaştım. Kimilerinde başının etrafı bir nur halesiyle kaplanmıştı. Bazılarına ise, oğulları Hasan ve Hüseyin ve az sayıdakine ise ünlü atı Düldül ve koçeği Kamber dahil edilmişti. O ve eşi Fatma'nın birlikte tasvir edildikleri resimlerle hiç karşılaşmadım. Bilmiyorum, Anadolu'da bunun da örnekleri var mıydı?

    Bizde olmasa da, muhakkak İran'da vardır. Zaten bizim evlerimizde asılı olan Ali portreleri de İran kökenlidir. Sünni geleneğin aksine insan yüzünü resimlemeye Şii-İran her zaman açık olmuştur. İranlılar efsanevi Rüstem'e benzettikleri kahramanın yüzünü görmek istemişlerdir. Popüler Ali portrelerinin ilk örnekleri de 19. yüzyılın ortalarında İran hükümdarlarının saraylarında görülmüş ve zamanla yaygınlık kazanmıştır. Onların Anadolu'ya ulaşması muhtemelen 1950'lerden sonra olmuştur.

    Hz. Ali'nin minyatürlerle buluşmasının ise bin yıllık bir geçmişi vardır. O kimi zaman yüzüyle doğrudan, kimi zaman harflerle ve bazen de aslan figürü üzerinden resimlendirilmiştir. Bazılarında Hz. Ali kızıl sakal ve bıyıkla tesvir edilir ki, bu da ilginç bir detaydır. Çünkü, rüyalarında bizzat Munzur ve Düzgün Baba'yı kişi olarak gören olup olmadığını hep merak etmişimdir. Rüyada o mekanları görmek elbette iyidir. Gören inançlı insan da çoktur. Buna rağmen, yalnızca iki kişiden bizzat Düzgün Baba'yı gördüklerini duydum. Her ikisi de onun saç ve sakalının kızıl olduğunu söylemişlerdi. Belki Hz. Ali tasviri ile bir ilişkisi vardır diye değineyim istedim.

    İran kökenli bu resimlerin 20. yüzyılda Anadolu'ya nasıl giriş yaptıkları hakkında bilgim yok. Uyanık bir girişimcinin işi değilse, bunu İran'ın Anadolu'da Şiilik veya Ehl-i Beyt bağlılığını yaymak için 16. yüzyılın başlarından itibaren dönem dönem başvurduğu faaliyetlerinden birisi olarak görmek, doğru olur mu acaba?

    Soruyu babama sordum. O anlattı: Erzincan'daki evimizde asılı olan Hz. Ali resmini tam tamına 1970 yılında satın almış. Üstelik ünlü Buğday Meydanı'na yakın bir kahvede. Uzun süre tereddüt etmiş. Resimleri satan kişi Alevi değilmiş. Kahvede konuşulurken duymuş, belki Alevileri tespit etmek için yapılmış bir planmış. ''1970 yılında Erzincan'da Hz. Ali resimlerini satmaya kim cesaret edebilir!'' Bu kuşkuya rağmen, o ve diğerleri dayanamamış, birer birer almışlar.

    Bu durumdan habersiz bizler, duvarda asılı olan Hz. Ali resmini kendimize hep yakın gördük. Belki resmin alt bölümünde tuttuğu ürkütücü bir kılıç vardı, fakat bu harekete geçecekmiş gibi durmazdı. Zülfikar, haksızlık ve kötüye karşı oradaydı ve gerektiği zaman kullanılmış ve kullanılacaktı. En azından anlatılanların yarattığı çocukluk izlenimi buydu.

 

    Yine de Hz. Ali'nin savaşçı yanını öne çıkaran resimlerin olduğunu da es geçmemek gerekir. Üstelik bunlardan birkaçı oldukça ürkütücüdür. Onun 'inançsızlara' karşı nasıl davrandığını anlatan minyatürler, şimdilerde bizlerin asla kabullenemeyeceği içeriğe sahiptirler. Örnekleri, 15. yüzyılın sonunda hazırlanmış Emir Hüsrev Dehlevi'nin Hamse isimli kitabında görülebilir. Yurdatap'ın eserindeki çizgiler de bu tarza yakın olarak değerlendirilmelidir. Sultan Süleyman'ın mührünü bulmak için yola koyulan Hz. Ali'nin, kafirlere karşı -bu arada çoğu Mecusiler'dir- yaptığı savaşlarda ele geçirdiği düşmanlarını nasıl imha ettiği anlatılır. Kaleden attığı asker sahnesi bunlardan birisidir.

    Tesadüf mü bilmem, fakat Yurdatap'ın kitabı da hemen hemen bizdeki resmin satın alındığı yıl basılmıştır. Yine de geçen onca zaman içinde hiç bir Alevinin evinde 'inançsızlara' karşı savaş halinde olan Ali resimleriyle karşılaşmadım.

    Öyleyse, duvarımızda asılı olan onun masum resminin arkasında bütün bu tespitleri buluşturmak için yeterli nedenimiz var mıdır? Evet derseniz, onun başını çevreleyen nur halesini izah etmeniz gerekir. Cevabınız hayır ise, Zülfikar'ın neden resimlerin ayrılmaz bir simgesi olduğunu anlatmak için çaba sarf etmelisiniz. Peki, bu iki uç arasında tercih yapmak kolay mıdır? Elbette değil. Belki de onun resmi tam da bu kararsızlığın ifadesidir ve bu yüzden sessiz sessiz evlerimizin bir köşesinden bize bakmaya devam etmektedir.

10 Ocak 2019 Perşembe

Bırifkan Seyyidleri

2012 yılında İstanbul Bağcılar'da “3.Uluslararası Nakibu'l Eşraf Seyyidler-Şerifler Buluşması” başlığı altında bir toplantı gerçekleştirildi. Bu, 2009 ve 2011 yıllarında Diyarbakır'da yapılan toplantıların devamı niteliğindeydi.

    Buluşma vesilesiyle gazetelerde üç katılımcıdan alıntı yapılmıştı. Onlardan Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun'a göre İslam coğrafyasında yaşanan olumsuzlukların nedeni Ehl-i Beyt'ten uzaklaşılmış olunmasıydı: “Bugün dünyadaki katliamların ve İslam dünyasında yaşanan olayların meydana gelmesinin en büyük sebebi İslam dünyasının Ehl-i Beyt ışığından uzaklaşmasıdır.” Geylaniler derneği başkanı Seyyid Harun Geylani de benzer fikirler ifade etmekteydi: “Geçmişten günümüze seyyit ve şerifler hürmet ve saygıyla karşılanıyor. Onlar toplumda huzurun ve barışın teminatıdır. Bugün de yine aynı şekilde toplumun huzuru ve barışı için onlara fırsat verilmelidir.” Toplantıya katılan bir diğer konuşmacı ise Bırifkan ailesi adına takdim edilen Seyyid Vahidüddin Bırifkani'ydi: "Şayet insanlık kurtulmak istiyorsa, Kur'an-ı Kerim'e ve Habibullah'ın sünnetine sahip çıkmalıdır. Bu sadece Müslümanlara değil dünya barışına katkıda bulunacaktır.” (https://www.haberler.com/fermani-altun-islam-dunyasindaki-olumsuzluklarin-3959137-haberi/)

    Gazete haberlerine göre buluşmaya ilgi beklentinin altındaydı. Muhtemelen bu yüzden devamı gelmedi; en azından sonraki yıllar, takip edebildiğim kadarıyla, haber konusu olmadı. Yine de bu toplantıya katılanlardan aklımda kalan Bırifkani ismi, bu yılın başlarında raflarda gördüğüm “Bırifkan Seyyidleri” başlıklı kitaba ilgimin yönelmesine vesile oldu.

     Seyitlik meselesinin Orta Doğu açısından önemli konulardan biri olduğunu belirtmeme gerek yok. Ben, bu yaygın olgunun daha çok Aleviler halkasını tanımaya çalıştım. Kolay bir mesele değildir ve henüz cevaplanmamış epey bir soru bizi beklemektedir. Alevi seyitlerine dair yöneltilebilecek soruların cevaplarının bir bölümü bu inanç dahilinde yapılacak araştırmalara bağlı; fakat diğer bölümü için de muhakkak ki, ötesine bakmak gerekecektir.

    İster Sünni, Şii, Alevi veya herhangi bir tarikata bağlı olsun, bütün seyitler soylarını peygamberin torunu Hz. Hüseyin'den gelen İmamlardan birisine bağlarlar. Bir bölümünün elinde bunu destekleyen ve farklı zamanlarda değişik merciler tarafından onaylanmış şecereler bulunmaktadır. Onların tümünün gerçektende peygamberin ailesinden (Ehl-i Beyt) olup olmadıkları tartışması bir kenera, Alevi seyitleri ile Sünni ve Şii dünyasında varolan seyitlerin akrabalık derecelerini sorgulamak da bir o kadar gereklidir. Her ne kadar onlar aynı geçmişi benzer kavramlarla sahipleniyor olsalar da, çok farklı yapılarla karşı karşıya olmamız, bu soruyu sormamıza neden olmaktadır.

    Seyit ailelerine mensup kişilerin kendi soyağaçlarına yönelik ilgiye değer bir merakları vardır. Dönem dönem bunun ifadesi olarak farklı kitap çalışmalarıyla karşılaşmak mümkündür. Seyyid Mahmut Bırifkani'nin Bırifkan Seyyidleri isimli eseri de bunlardan birisidir. Bırifkaniler hakkında epey bilgi içeren bu çalışma, bin yıla aşkın bir zaman dilimi içinde ailenin soyağacına dahil kuşakları sıralamakla yetinmemiş, aynı zamanda bu uzun tarih boyunca yaşanan göçler, oluşan kollar ve farklı eğilimler ve şahsiyetler hakkında da ilginç bilgiler aktarır.

    Bırifkaniler soylarını 10. İmam Nakî-i Hâdî'ye (ö. 868) bağlarlar. Bağdat'ın küzeyinde Samara şehrinde ikamet eden aile, 11. yüzyılda Selçuklu istilası sonrası İran'ın Hemedan şehrine yerleşir. Ailenin bundan sonraki durakları 13 yüzyılın sonlarında Bitlis-Ahlat ve 16. yüzyılda Osmanlı-Safavi savaşlarından dolayıda Duhok'a bağlı Bırifkan köyü olmuştur. İkamet ettikleri yerlerden esinlenerek sırasıyla Hemedani, Ahlati ve Bırifkani “soy” isimlerini almışlar. Ailenin önemli alt kolları Hemedan'dan itibaren Kürt ortamında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Son yüzyıllarda onlar, Kadiri tarikatının temsilcileri olarak tanınmaktalar.

     Kadirilik Kürtler arasında olduğu kadar İslam coğrafyasında da yaygın tarikatlardan birisidir. Tarikatın kurucusu olarak Hanbeli okuluna mensup Abdülkadir Geylani (ö. 1160) kabul edilir fakat, Kadiri ismiyle anılacak ilk oluşumlara 14. yüzyıldan önce rastlanmaz. Kürt toplumunda 17. yüzyıldan sonra gelişen Kadirilik, 19. yüzyılın başlarından itibaren yerini önemli ölçüde Nakşibendi tarikatına bırakmıştır. Kürtler'de Kadirilik büyük çapta Berzenci ve Talabani aileleri güdümünde şekil almıştır.

    Berzenciler soylarını 7. İmam Musa Kazım'a bağlarlarken, Talabaniler seyit kökenli değildirler. Berzencilerin Kadiri tarikatına geçmeleri çok da uzak olmayan bir dönemde gerçekleşmiştir. Ailenin atalarından Ali Hemedani'nin oğulları İsa ve Musa, Hemedan şehrini 14. yüzyılın sonlarında terkedip Berzenci bölgesine yerleşmişlerse de, onların torunlarının Kadiri tarikatına dahil olmaları 17. yüzyılda yaşamış Baba Resul Gewra döneminden sonra olmuştur. Kürt Kadiriliği, kalıtsal özelliği ve kimi zikr pratikleriyle (kendini kesmek, kızgın demir yalamak, cam yemek, zehir içmek gibi) diğer Kadiri topluluklarından ayrılmaktadır. Onlarda zikr merasimleri esnasında icra edilen ritüellerin de Rifaiye etkisinden kaynaklandığı belirtilmektedir. (Bkz. Martin van Bruinessen, “The Qadiriyya in Kurdistan and the lineages of Qadiri shaykhs in Kurdistan”, Martin van Bruinessen, Mullas, Sufis, and Heretics: The Role of Religion in Kurdish Society, İstanbul: Isis Press, 2000)

     Kürt Kadiriliği çalışmalarında Berzenciler ve Talabaniler öne çıkmıştır. Bu yüzden, bu iki aile ile karşılaştırıldığında etki alanı daha sınırlı olan Bırifkaniler şimdiye kadar ilgi konusu olmamıştır. Bırifkan Seyyidleri adlı çalışma bu açıdan da önemli bir eksikliği gidermektedir.

     Mahmut Bırifkani'nin aktardıklarından anlaşıldığı kadarıyla ailenin geçmişinde Rifai dışında Sühreverdi, Halveti ve Nakşibendi tarikatına dahil olmuş kişiler vardır. Farklı dinsel eğilimlerin seyit aileleri üzerindeki etkisini göstermesi açısından onun ataları arasında saydığı iki kişiye biraz daha yer vermek gerekmektedir. İlki, Yusuf Hemedani'dir (ö. 1140). Yazar, övgüler dizdiği bu atası için Yesevilik ve Nakşibendiliğin “kolbaşıdır” der (s. 73). Ahmet Yesevi (ö. 1166) Buhara'da Yusuf Hemedani'den eğitim almıştır. Yesevilik sonradan Bektaşilik üzerinden Anadolu'da hatırlanan kurucu bir isime dönüşecektir. Nakşibendilik ise, 19. yüzyılda Suleymaniye'li Halit aracılığıyla radikal bir form alacaktır. Bu birbirinden uzak iki tarikatın silsilelerinde aynı isimle karşılaşıyor olmamız kenera itilecek gibi değildir.

    Mahmut Bırifkani'nin ataları arasında gösterdiği ve Aleviler için -en azından 20. yüzyılda- önem kazanmış ikinci bir isim daha vardır. O da 1405 yılında vefat etmiş Seyyid Hüseyin Ahlati'dir. Timurlenk istilasından dolayı Mısır'a göçeden bu kişi, Bırifkani'ye göre önemli bir tasavvufçu, feylosof ve batıni ilimlerin alimiydi (s. 103-7). Onun bu yazıya dahil edilmesinin sebebi, 15. yüzyılın başlarında Batı Anadolu ve Trakya'da ciddi bir isyanı örgütlemiş Şeyh Bedreddin'in hocası olmasıdır. Gerçektende Bedreddin'in isyankar bir lidere dönüşmesinde Ahlatlı Seyyid Hüseyin önemli bir isimdir. Bedreddin, eğitimi için gittiği Kahire'de onunla tanşacak ve muridi olacaktır. Ahlati'nin istemi üzerine Hurufilerin etkisinde olan Tebriz'e bir yolculuk yaptıktan sonra, murşidi tarafından halife olarak ilan edilecektir. Michel Balivet (Şeyh Bedrettin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2000, s. 50-4), Hüseyin Ahlati için esrarengiz, ermiş, alim, usta bir hekim ve rafizi yakıştırmalarının yapıldığını belirtmektedir.

    Kadiri ve Alevi seyitleri arasında dikkatleri çeken başka ortaklaşmalar da vardır. Mahmud Bırifkani'nin kitabında oldukça öne çıkan Ehl-i Beyt ilgisi ve sevgisi Alevi seyitlerinkinden farklı değildir. Yazar aile fertlerinden bazılarının Bektaşiliğe uzanan yolunu rahatlıkla anlatmaktadır. Kadiriliğin kalıtsal bir örgütlenme üzerinden şekil almış olması da bir o kadar önemlidir. Nakşibendiliğin aksine Kadirilik'te belirgin bu olgu, Alevi seyitlerin örgütlenmesini de belirlemiştir. Yine bu tarikatın ataları içinde karşılaştığımız Uryan Baba, Baba Resul Gewra, Seyyid Baba Mansur Ahlati gibi isimler de, isim bazında bile olsa, ister istemez Dersim'li kimi seyitleri anımsatmaktadır. Bu arada, 20. yüzyılın başlarında bölgede bulunmuş C.J. Edmonds (Kurds, Turks and Arabs, London: Oxford University Press, 1957, s. 184), Berzenci atalarından olan İsa ve Musa isimlerinin Ehl-i Haq inancının kurucularının şeceresinde de geçtiğini belirtir ki, bu da dolaylı da olsa Alevilik açısından önemlidir. Ayrıca, Kadirilerin zikr uygulamaları ile geçmiş zamanlarda keramet sahibi Dersimli pirler ve dervişlerin uygulamaları arasında benzerlikler de dikkat çekmektedir. Son olarak, Dersim-Pertek'te varolan Sünni Kürt topluluğun 1970'li yıllara kadar Kadiri Babalarına tabi olması da önemli bir detaydır; çünkü, komşu bölgeler, Elazığ ve Bingöl, 19. yüzyıldan itibaren Nakşibendiliğe dahil olmuşlardı. (Bkz. Ahmet Kerim Gültekin, Tunceli'de Sünni Olmak, İstanbul: Berfin Yaayınları, 2010)

    Birçok değerli verinin yer aldığı Bırifkan Seyyidleri adlı çalışmayı okurken, aktarılan bilgilerin, Alevi seyitleri hakkında yapılan araştırmalar açısından ne ifade ettiğini sorgulamamak kaçınılmazdır. Bu tür çalışmalar bize ilk etapta, seyitlik olgusunun tek düze birkaç saptamayla geçiştirilemeyeceğini göstermektedir. Yine farklı coğrafyalara dağılmış bu aileler arasında geçişleri sağlayan şeyin yalnızca Eh-i Beyt sevgisi ve bağı olmadığı açıktır. Bu yüzden, üyelerinin değişik düşünsel/dinsel akımların etki alanına girmeleri de olağan gözükmektedir. Burada asıl ilgiyi uyandıran şey, bu kadar yoğun seyit veya ruhban tabakasının birbirine yakın mekanlarda varlıklarını sürdürebilmiş olmalarıdır. Bu durumu nasıl açıklamalıyız? Bunun yalnızca seyit olmayı gerektiren delilleri bulmakla izah edilemeyeceği kesin. Sanırım bu sorun ile meşgul olmak için yeni bir başlık açmak gerekmektedir.


Referans:

Seyyid Mahmut Bırifkani, Bırifkan Seyyidleri, Ankara: Poyraz Ofset, 2011.