13 Kasım 2025 Perşembe

"1938 Tunceli" (Bir Bektaşi’nin Kaleminden)

Alevilerin Sesi Dergisi, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) düzenli aralarla çıkarttığı yayın organıdır. Dergi, 1994 yılından bu yana yayınlanmasına rağmen, ilk kez 2012 yılında, yani 159. sayısında, Dersim 1938’de yaşananlara yer ayırmış. Derginin yayın yönetmeni, giriş yazısında bu gecikmeyi açıklama ihtiyacı duymuş: ‘‘Alevilerin Sesi Dergisi, 159 sayılık yayın serüveninde ilk defa ‘‘Dersim Katliamını’’ kapak konusu olarak işledi. Böylelikle tarihi görevlerimizden birini rötarlı da olsa yerine getirmiş oldu. Ama keşke rötar yapan sadece Alevilerin Sesi Dergisi olsaydı…’’ Dergide, Dersim 1938’i başka kimlerin gecikmeli sahiplendiği konusunda bir şey söylenmemiş, fakat sayının 2009 yılında başlayan Dersim tartışmalarından ve 2011 Kasım ayında dönemin başbakanı R. T. Erdoğan’ın ifade ettiği Dersim özüründen sonra çıktığını da hatırlatmam gerekiyor.

Alevilerin Sesi Dergisi’nin bu ‘rötarlı’ sayısını anmama vesile olan, yakın bir zaman önce okuma fırsatı bulduğum Gani Engin Ulusoy’un 1938 Tunceli kitabı oldu. Kitap, 2013 yılında yayınlanmış. Hacıbektaş ilçesinden olan Ulusoy, kendisini, ‘‘Hünkar’ın soyundan geldiğine inanan’’ bir dedenin torunu olarak tanıtmış. Bu vesileyle de ilk kez Bektaşi camiasının içinden bir kişinin Dersim hakkında yazdıklarıyla tanışma fırsatım oldu. Haliyle, şaşırmadım dersem yalan olur.

Bu kitabın değerlendirilmesinin zor olduğunu belirtmem gerekiyor. Bunun farklı nedenleri var. Öncelikle yazarı Bektaşi tarikatıyla ilişkilendirmenin ne kadar doğru olduğu tartışılabilir. Benim bu çalışmayı Bektaşi olarak sınıflandırmamın iki nedeni var. Birincisi, yazarın kendisini böyle takdim etmiş olmasından kaynaklanıyor. İkincisi, ve daha önemlisi ise, kitapta sergilenen düşüncelerin Bektaşi yazımını belirleyen fikirlerle örtüşmesiyle alakalıdır. Bu düşüncelerin başında vazgeçilmez bir Cumhuriyet ve Atatürk savunuculuğu geliyor. Ne pahasına olursa olsun niyetiniz Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü savunmak ise, Dersim 1938 gibi bir meselede çok fazla seçeneğiniz yoktur: Ya Dersim’de olanları görmemezlikten geleceksiniz, ya da yaşananları bir şekliyle Cumhuriyet penceresinden haklı çıkartmaya çalışacaksınız.

    Takip edebildiğim kadarıyla genelde Bektaşi eğilimli yazarlar Alevi tarihi ile ilgili yazdıkları kitaplarda Dersim 1938’e değinmemeye çalışırlar. Bunun en bariz örneği, Alevilik ve Bektaşilik hakkında bir dizi kitaplar yazmış Bedri Noyan’dır. Onun hiçbir çalışmasında Dersim’e bir gönderme yoktur. Gani Engin Ulusoy ise sessiz kalmak yerine, yaşananları Cumhuriyet’i savunarak açıklamaya çalışmış. Kitabın tamamına bakıldığında Ulusoy’un bu kararının, 2009 yılından itibaren kamusal alana taşınan Dersim tartışmalarından kaynaklandığı çıkarsamak mümkün. Yazar, katliamın meşruiyetini savunurken üç argüman kullanmış: 1) Türkiye karşıtları; 2) Cumhuriyet’in ilerleme fikrine karşı gelen ağalar ve seyitler; 3) Toplu katliam hikayelerinin gerçek olmadığı.

    Ulusoy’un Cumhuriyet’i savunurken sahiplendiği ilk argüman, Dersim tartışmalarının ‘‘ulusun yüksek düzeye ulaşmasını engellemek isteyen’’ Türkiye karşıtı güçler tarafından ortaya atıldığı iddiasına dayanıyor (2013: 167). Dersim, onun ifadesiyle, ‘‘bütün amaçları Cumhuriyet dönemini ve büyük önderi karalamak olan çevrelere yeni bir fırsat vermiş’’tir (2013: 20). Bu çevreler içerisinde Kürtlük üzerinden Türkiye’yi zayıflatmak isteyen Avrupalı güçler ve başından itibaren Cumhuriyet’e karşı olan dinci zümreler geliyor. Yazar, 1990’lardan itibaren Avrupa ülkelerinde yapılan Dersim konferanslarının da buna hizmet ettiğini belirtiyor.

    Kitabın ikinci argümanı, bize, Cumhuriyet’in Dersim’deki amacının iyi niyet üzerine kurulu olduğunu anlatıyor. Yazar, 1934 yılında çıkartılan ‘İskan Kanunu’ ve İsmet İnönü’nün ‘Şark (Doğu) Raporu’nu bu iyi niyetin kanıtları olarak sahipleniyor (2013: 143). Yöneticilerin başlıca hedefi, Dersim’in Cumhuriyet’e kazandırılmasıydı ve bunun için de yapılması gerekenler belliydi: ‘‘Dersim ise genç Cumhuriyet yöneticilerinin gözünde bambaşka bir önem taşıyordu. Dersim halkının Türk soylu Oğuz Boyu olduğuna samimiyetle inanıyorlardı. Ancak zamanla Türklüklerini kaybetmişlerdi. Onları tekrar Türklük’e kazandırmak için çalışmalar yapılmalı ve halkı kontrol eden ağa, seyid ünvanlı kişilerin kontrolünden kurtarılmalıydı’’ (2013: 142).

    Dolayısıyla, Ulusoy’a göre, güçlerini kaybetmekten korkan kesimlerin organize ettiği karakol ve tabur baskınları, yol ve köprü yapımı durdurma çabaları ‘‘Dersim’deki kökten temizlik harekatının’’ nedenleri oldu (2013: 148). Fakat burada ‘kökten temizlik’ topluca yok edilmek olarak anlaşılmamalıdır, çünkü, yazar, topluca katliam ve yakma hikayelerin yalan olduğu fikrinde: ‘‘olay tarihinde iki ya da üç yaşında olan ya da henüz doğmamış, 90’lı yaşlardaki kişilerin anılarının kaynak gösterildiği katliam öyküleri, bir zamanlar Cumhuriyet düşmanlarının karaladıkları hayali öyküler, gerçek gibi topluma sunulmaya başlamıştır’’ (2013: 16, 149). Dolayısıyla, bu katliam hikayelerine dayanarak tarih yazılamaz. Peki 1938’de yaşananlar nasıl yazılır? Bunun için yazar, gerçek Dersim tarihini öğrenmemiz için Barbaros Baykara’yı okumamızı öneriyor (2013: 129). Bildiğim kadarıyla Baykara, 1970’li yıllarda Dersimle ilgili hayali romanlar üretmenin ötesinde bölgeyle alakası olmayan bir kişiydi.

    Gani Engin Ulusoy’un 1938 Tunceli çalışması, bir bütün olarak 1920’li ve 1930’lu yıllarda geliştirilen resmi yaklaşımların kopyası gibidir. Onun çalışmasını okurken Hasan Reşit Tankut, Nazmi Sevgen, Naşit Hakkı Uluğ’un yazdıkları veya Alpdullah Alpdoğan’ın beyanlarının aklınıza gelmemesi mümkün değildir. Cumhuriyet’in yöneticileri Dersim’deki uygulamaların bölgeyi medenileştirmek için yapıldığı ve bunun önünde tek engelin ağa ve seyitler olduğunu ilan ediyorlardı. Aslında Türk olan yerli halk bu iki zümrenin kendi çıkarları için Kürtleşmişlerdi ve Dersim onlardan kurtulduğu takdirde sorunlar da çözülecekti. Bunu son derece açık bir dille Dersim’de 1936 ve 1938 yıllarında görev yapmış Ragıp Gümüşpala raporunda ifade etmişti: ‘‘Bu seyyidler zümresi Aleviliği kabul eden bu kitlenin Türklüklerini unutturacak ve onları aynı dili konuşan Türklerden nefret ettirecek birçok propagandalar yapmışlar ve başka bir kültür vermek için çok uğraşmışlardır. Seyyidlerin bu işi yaparken yegâne düşünceleri bu ayrılıktan bilistifade kendilerine büyük mevki ve paylar çıkarmaktan ibaret olmuştur’’ (Zengin 2020: 2570). Bu benzeşmenin yanısıra yine de Ulusoy’un kendisine ait bir farklılığı da vardır; o da toplu öldürmelerin gerçek olmadığını savunuyor olmasıdır. Ulusoy bu ölümlere, ‘‘belki bir köyde veya bir yerde 10-15 kişi öldürülmüştür’’ (2013: 17, 20) türünden açıklama getirebilir veya dinci grupların Cumhuriyet karşıtı propagandaları olarak görebilir; fakat, bu durumda, İhsan Sabri Çağlayangil veya Enis Batur gibi yetkililerin anılarını nasıl değerlendirmeliyiz? Veya Genelkurmay belgelerinde, ‘‘395 haydud ölü olarak ele geçirildi’’ ya da ‘‘17. Tümen 15 ... kadar köyü yaktı’’ gibi defalarca karşımıza çıkan bilgileri nasıl okumalıyız (Hallı 1972: 423, 459)?

    Hacıbektaş ilçesinden bir Alevi-Bektaşi’nin yazdığı 1938 Tunceli kitabı bize, aynı zamanda, Alevi tarihyazımının ne kadar sorunlu olduğunu da gösterir. Ulusoy’un takdim ettiği fikirlerle farklı ölçülerde 1980’lerden itibaren gelişen Alevi yazımında karşılaşmak mümkündür. Alevilerin Türkiye siyaseti içerisinde konumlandıkları yeri haklı çıkartmak için benimsedikleri tarih, onlarla Cumhuriyet arasında başından itibaren varolmuş bir sahiplenme fikrine dayanıyor. Gani Engin Ulusoy çalışmasında bu yaklaşımın uç bir örneğini vermektedir. Fakat bu yaklaşım, 1921 Koçgiri’de, 1926 Koçuşağı’nda, 1930 Pülümür’de ve 1937 ve 38 yılında Dersim’in tümünde yaşanılanlara dair sorularımızın hiç birisine cevap verecek nitelikte değildir.

    Dersim sorununu bir kenera bıraksak bile, Cumhuriyet ile Bektaşilik arasındaki ilişkilere baktığımız takdirde de bu tarz sorgusuz sahiplenmeyi herzaman anlamak kolay değildir. Cumhuriyet’in kuruluşundan henüz iki yıl geçtikten sonra, Bektaşi tarikatının bir daha açılmamak üzere, kapılarının kilitlenmiş olmasını, nasıl izah etmeli? Dersimli seyitlerin bu uygulamalara karşı duracak güçleri yoktu fakat teslim de olmak istemediler ve bunun bedelini ağır ödediler. Bektaşiler de, kısmen Cumhuriyet dönemi de dahil, inançlarından dolayı dönem dönem ağır baskılar yaşadılar. Bu yüzden, şu soruyu yöneltmek gerekir: Bizzat mensup olunan inanç topluluğunun bir kesiminin yaşadığı zulüm karşısında nasıl bu kadar mesafeli ve acımasız olunabilir?

    Elbette, 1937 ve 1938 yıllarında Dersim’de yaşananların nedenleri hakkında farklı yorumlar yapılabilir. Fakat henüz yakın bir zamanda gerçekleşmiş ve Dersimlilerin kayıpları üzerinden hatırladıkları ve halen yaşadıkları bir dönemi, ‘uydurma’ ve ‘iki-üç’ yaşında çocukların hikayeleri olarak tarif etmek, sanırım bir topluma yapılabilecek büyük hakaretlerden biri olmalı. Kaldı ki yazar, kitabının girişinde, dedesini tanıtırken onun da ‘‘Tunceli’deki takip ve tenkil harekatında’’ görevlendirilmiş bir piyade olduğunu ve görevi sırasınca ‘‘elverdiği ölçüde yüzlerce can kurtardığını’’ kendilerine anlattığını aktarıyor. Ulusoy’un bu ifadesi bizzat yazarın kendi aile tarihi ile Dersim 1938’in nasıl kesiştiğini ifade etmesi bakımından çarpıcıdır. Buna rağmen, 1938 Tunceli, bir bütün olarak, Ulusoy’un dedesinin kurtardığı mağdurların yanında değil, faillerin yanında duruyor.

    Bu yüzden, kitabın neresinden tutsanız, size söyleyecek çok fazla şey de kalmıyor.



Referanslar:


Hallı, Reşat (1972) Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara: Genelkurmay Basımevi.


Zengin, Ersoy (2020), “Binbaşı Ragıp Gümüşpala’nın Tunceli Raporu (1936-1937)”, Belgi Dergisi, C.2, sayı 20, Yaz 2020/II, s. 2553-2578.


Ulusoy, Gani Engin (2013), 1938 Tunceli, İzmir: Yayın B Basın Yayın Dağıtım.

0 yorum:

Yorum Gönder