4 Mayıs 2023 Perşembe

Horasan'dan Anadolu'ya Kemal Kılıçdaroğlu

Albay Mark Sykes 1906 yılında Erzincan’dan Erzurum’a giderken Kemal Kılıçdaroğlu’nun da mensubu olduğu Kureşan ocağından kişilerle karşılaştı. Sakin bir topluluk olarak tanımladığı Kureşanlıları Sykes şöyle tarif eder: ‘‘... fakat onların sessiz davranışlarında garip ve ürkütücü bir ruh var ki bunu başka Kürtlerde tespit edemedim. Mükemmel çiftçiler ve okuryazar olmamalarına rağmen felsefi tartışmalara çok eğilimli olmaları merak uyandırıyor. Onları diğer Kürtlerden ayıran başka özellikleri ise belirgin sakin üslupları ve mizaha karşı ilgisizlikleridir. ’’ Bu tarifi yapan Sykes sıradan bir seyyah değildi. O bundan on yıl sonra İngilizler adına Sykes-Picot anlaşmasına ismini veren ve muhtemelen Ortadoğu’nun yeni haritasını çizen kişilerden birisiydi.

    Peki Mark Sykes’ın bile tanıtmakta zorlandığı bir topluluğu benim anlatabilmem mümkün olabilir mi?

    Bu konuda iddialı bir başlıkla yazılmış bir kitap olmasaydı zaten bu işe kalkışmak aklıma bile gelmezdi. Ensar Öğüt ve Mesut Özcan isimleriyle yayınlanmış ve Kureşan Ocağı Bir Liderin Göç Yolu: Horasan’dan Anadolu’ya Kemal Kılıçdaroğlu isimli çalışma böyle bir teşebbüs için bir hayli malzeme sunmaktadır. Kitap üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, kitabın fikir sahibi olan Ensar Öğüt’ün böyle bir çalışmayı hazırlamaktaki amacı hakkında bir giriş yazısını içeriyor; Kılıçdaroğlu’nun peygamber soyundan olduğunu belgelemek ve onun atalarının Selçuklu ve Osmanlı döneminde önemli görevler üstlendiğini ve hatta Osmanlı’nın kurucuları arasında olduğunu göstermek istemiş. İkinci bölümde, Mesut Özcan’ın Kureşanlar hakkında derlediği bilgiler sunuluyor ve son olarak Kureşanlara ait olduğu belirtilen birtakım şecere ve belgelerin fotoğrafları aktarılıyor. Yine de bana göre, kitabın en dikkat çeken bölümünü kapağı oluşturuyor. 

Kureşan Ocağı 
 
    Alevilik hakkında ya da Alevi evliyaları hakkında yazılmış hiçbir kitapta ben böyle bir kapak görmedim. Atlar üstünde, hareket halinde bir ordu Anadolu haritasına doğudan giriş yapmış; Fırat’ı geçmiş ve fethi sürdürmek için önünde hiçbir engel görünmüyor. Maalesef çok aramama rağmen, bir Alevi ocağının kurucusu olan ve yalnızca masum kerametleriyle tanıdığımız Seyit Kureş’i bu kapakta göremedim.
 
    Kureşanlılar Dersim seyitleri içinde en yaygın nüfusa sahip olanlardandır. Daha çok Nazmiye- Tercan hattında yaşayan ve buradan çevre bölgelere göç etmiş aşiretlerin dini temsilciliğini yaparlar. Anlatıya göre Seyit Kureş Horasan’dan Nazmiye’ye gelip yerleşmiş ve burada mekânını kurduktan sonra bölgedeki aşiretler ve zamanın önemli pirlerinden olan Baba Mansur’la itikat ilişkileri kurmuş. Bunun için birtakım kerametler gösteren Kureş’in bolca menkıbeleri geriye kalmıştır. Onun hakkında yazılmış bir kitabın kapağında onu Baba Mansur’la veya talipleriyle görmek yerinde olurdu.

    Seyit Kureş Nazmiye’ye gelip yerleştiğinde ünü Bağin kalesindeki komutana kadar gitti. Kimi anlatılara göre bu Alaettin Keykubad’dı. Komutan onun büyücü olduğunu varsayarak onu cayır cayır yanan bir fırına attı. Fırın tam yedi gün yandı. Açıldığında Kureş sakin bir şekilde otururken görüldü; kendisine hiçbir şey olmamıştı. Fırına atılırken kolundan çekip götürdüğü asker, olan biteni anlattı: ‘‘Bizi fırına attıklarında bu adam kendi dilinde bir şeyler söyledi. Sonra bir kuş geldi üstümüzde dönüp durdu ve ateşe fırsat vermedi.’’ Keşke kitabın kapağında bu resmi görseydik. Ne garip ki kapakta Kureş’in fırından çıktığı anı değil de bir sürü komutanı görüyoruz. Belki de içlerinden biri onu fırına atacak olandı.

    Kitap’ta Kureş’in Mahmut Hayrani ile ilişkisi anlatılmaya çalışılıyor. Cevaptan çok soru bırakan bir yöntemle. Dersimli ocak kurucularının modern dönem temsilcilerinde, başka kesimlerde görülmeyen, anlaşılmaz bir furya var. Onları bu günlere getiren kendi miraslarıyla yetinmek yerine, Anadolu’da yaşamış evliyaların isimleriyle -bunlardan bazılarının isimleri tamamen unutulmuş olsa da- anılma çabası içindedirler. Atalarının izini sürerken, kendi geleneklerine karşı dikkate değer bir yabancılaşma yaşarlar; Kureş’in Akşehir’de hayatı geçmiş Mahmut Hayani’ye, Derviş Cemal’in Afyon’da türbesi bulunan Cemal Sultan’a veya Ağuçan’ın Karadonlu Can Baba’ya benzetilmek istenmesi gibi. Benzetilmeye çalışılan her üç kişi de Hacı Bektaşi Veli’nin Vilayetname’sinde geçen isimlerdendir. Oysa Kureş’i Kureş yapan onun kendi kerametleri ve yereldeki talipleridir. Diğerleri için de durum aynıdır. Bu konuda yörüngesine dahil olmak istedikleri Hacı Bektaş’ın takipçileri bu yeni dönem Dersimli seyitlerden çok daha inandırıcıdırlar. Hacı Bektaş’a dair bütün kitap kapaklarında karşımıza çıkan bir resim var: Bir yanında geyik diğer yanında ise bir aslan ile birlikte otururken görüldüğü an. Bir evliyaya yakışan resim de işte budur.

    Sahi, bir Alevi pirinin 21. yüzyılda seyitliğini kabul ettirmesi için belgeler ve şecereler araması neye yarar? Dünyanın en hakiki ve eski şeceresini bile bulsa taliplerinin sayısı artar mı, gücüne güç katar mı? Oysa onun talipleri zaten yüzyıllar öncesi belirlenmiştir ve ne yaparsa yapsın bu sayı artmayacaktır. Öyleyse neden?

    Cumhuriyet tarihçiliği uzun dönem Osmanlı ile arasına bir mesafe koymuştu. Herhalde bu 1980’li yıllarla birlikte yavaş yavaş değişti. Alevi yazarlar da bu değişime gecikmeli olarak katılmış görünmekteler. Yine de ilk örneği hatırlamakta fayda var. Hıdır Öztürk, zamanında Mazgirt belediye başkanlığı yapmış bir bürokrattı. Sonra 1984 yılında bir kitap yazdı: Tarihimizde Tunceli ve Ermeni Mezalimi adında. Şah İsmail’e şımarık diyen bir Aleviyle ilk kez o kitapta karşılaştım. Yavuz, Alevileri kullanmak isteyen bu şımarık Şah’a bir ders vermek istemişti. Öyle yazıyordu Hıdır Öztürk. Kılıçdaroğlu hakkında yazılmış bu kitabın kapağı olmasaydı Hıdır Öztürk’ü hatırlamak mümkün olamazdı.

    Peki, o zaman hafife almayalım: Şecere veya belge peşinde olmanın da kendisine ait heyecanlı bir yanı var tabii. Bu kitapta gururla sunulan şecerelerde değil ama. Benim tesadüfen gördüğüm Kureşanlılara ait Kerbela’da alınmış bir icazetnamede var. 1385 yılında -yanlış anlamadınız- alınmış bu icazetnamede Kureşanlı Şeyh Yusuf’un bağlı olduğu silsilede şu isimler dikkatimi çekti: Seyyid Ahmed, Seyyid Yusuf, Seyyid İshak, Seyyid Şerefeddin ve Tacül Arifin Ebu’l Vefa. Maalesef, Mahmut Hayrani ismiyle karşılaşmadım.

    Yine de en hazin olanı, Kureş hakkında yazılmış bu kitabın kapağının bâtıni ruhu hiçbir şekilde yansıtmamasıdır. Oysa Seyit Kureş’i ve Kureşanlı dervişleri, Mark Sykes’in ifadesiyle, sakin ve ürkütücü yapan bu özellikleriydi. O gizemli Sırsaleke isimli kuşla bâtıni aleme yaptıkları yolculuklarıydı. İnsanın aklından bir türlü çıkmayan eksiklik de Sırsaleke’nin resminin kitabın kapağında olmayışıdır. Neden mi?

    1956 yılında Ovacıklı bir pir Erzincan’da bir adamla karşılaştı. Meseleler hakkında hasbihâl ettiler. Pir sonra döndü ama içinde adamla yaptıkları sohbetin eksikliği kaldı. Sağa döndü yatamadı, sola döndü kalkamadı. Az mı yoksa çok mu güvenmişti adama, işin içinden çıkamadı. Sonra gökyüzüne baktı uzun uzun, dayanamadı adama bir mektup yazdı: “Sana açmak istediğim bir mesele aklımdan çıkmadı. Şimdi senden bunu sormak için mektubumu yazarım: 72 nasıl olur 73?” Aradan günler, haftalar, belki de aylar geçti. Pirin gözü yollarda kaldı. Beklediği, nihayet bir gün postacıyla ona ulaştı. Adam şunu yazmıştı: “Bu sorunun cevabını ben bilseydim, kendimi ermiş sayardım.” “Eyvah!” dedi pir.

    Ben de bu kitabın içeriğini anlamış olsaydım, kendimi belki ermiş sayardım. Bu yüzden kitabın içeriğini anlatmak yerine, kapağıyla uğraştım. Sanırım başka türlü de işin içinden çıkamazdım; uzun uzun uzaklara bakmak dışında, kurtarıcının haberini beklerken.





Referanslar

Ensar Öğüt ve Mesut Özcan, Kureşan Ocağı Bir Liderin Göç Yolu Horasan’dan Anadolu’ya Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul: Doğan Kitap, 2017.

Hıdır Öztürk, Tarihimizde Tunceli ve Ermeni Mezalimi (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1984), s. 8.

Mark Sykes, The Caliphs Last Heritage. A Short History of the Turkish Empire. (London: Macmillan and Co, 1915), s. 584.

16 Şubat 2023 Perşembe

Aşiretin Tarihini Yazmak: Mirdasi, Rişvan ve Etmi Örnekleriyle

Benim çocukluğumun geçtiği ortamda, sohbetlerin en önemli konularından birisiydi aşiret. Aşiretlerin geçmişlerini konuşmanın ve onların birbirleriyle ilişkilerini ve sorunlarını her seferinde detaylarıyla yeniden muhasebe etmenin ayrı bir önemi vardı. O zamanlar bu konunun ehli olarak görülen az sayıda kişi ve bu kişileri merakla dinleyen kadınlı-erkekli köy halkı her zaman bulunurdu. Aşiret toplumsal gerçekliğin kendisiydi; haliyle bu meseleyi hem dillendirmek hem de dinlemek her yönüyle ciddiyet ve saygınlık gerektirirdi.

DİYARBEKİR VE MIRDASİLER TARİHİ 

    Oysa aşiret, Cumhuriyet dönemi boyunca en fazla değersizleştirilen kavramlardan birisi oldu. Aşiret, yaratılmak istenen yeni toplumsal model karşısında eskiyi her yönüyle temsil ettiği için kolay ve savunmasız bir hedefti. Muhtemelen bu durum, aşiret ile Kürtler arasında kurulan ilişkiden de kaynaklanmaktaydı; tıpkı Kürt kelimesinin kenara itilmesi gibi, aşiret de onunla aynı kaderi paylaştı. Elbette aşiret, yalnız Kürtleri değil, Anadolu’da Türk tarihini de anlamak için en önemli başlıklardan birisidir; ayrıca Alevilik gibi inanç yapılarının gelişimi açısından da son derece belirleyicidir. Daha da ötesi bu olgu, Ortadoğu’yu, özellikle İslam tarihi ve devletlerinin oluşum sürecini anlayabilmek için de bir vazgeçilmezdir. Aşiretin tüm bölge açısından ne kadar önemli olduğunu değerlendirebilmek için, Philip Shukry Khoury ve Joseph Kostiner’in 1990 tarihli Tribes and State Formation in the Middle East (Ortadoğu’da Aşiretler ve Devlet Oluşumu) kitabına bakılabilir; halen okunabilecek önemli bir başlangıç eseridir.

    Buna rağmen, aşiret tarihine ilgi sınırlı da olsa devam etmiştir. Son yıllarda ise bu konuda artan bir üretimden bahsetmek bile söz konusudur. Aslında aşiret tarihi, tarih çalışmaları içinde başlı başına bir disiplin oluşturacak kadar malzeme sunmakta ve hem amatör, hem de profesyonel tarihçilere fazlasıyla yetecek konu barındırmaktadır. Bu yüzden, aşiret tarihi yazmanın önemini vurgulamanın yanı sıra, bu yazımın yöntemi ve barındırdığı birtakım sorunlar üzerine de fikir yürütmek gerekmektedir.

    Aşiret tarihyazımının en önemli sorunlarından birisi coğrafyayla ilgidir. Aşiret Türkçede konargöçer, yani ‘‘yersiz-yurtsuz’’gibi bir eşanlamla tanımlanır ki bunun ne kadar gerçeği yansıttığı tartışmalıdır. Tam anlamıyla bu ifadeyi kapsayan aşiretler vardır. Bu tanımın geçerli olmadığı örnekler de çoktur. En azından son beş yüzyıl süresince aynı bölgede yaşam sürdüren aşiretler vardır. Modern dünyanın baktığı yerden, coğrafya ve süreklilik şehirler ve iktidar merkezleri üzerinden sabitlendiğinden, aşiretin yaşam alanı sahipsiz görülebilir veya tanımlanmakta sorunlu bir hal alabilir. Oysa Anadolu’da şehirler yakın bir zamana kadar coğrafyanın çok sınırlı bir bölümünü kapsamakta ve nüfusun büyük çoğunluğunun yaşam alanları kırsal ve dağlık bölgelerdi. Aşiret çoğu zaman bu kırsal ve dağlık alanın sahibidir ve şehirliden çok daha daha uzun zaman coğrafyasının yerlisidir.

    Öyleyse, bu görünmeyen coğrafyanın sahiplerinin tarihini nereden başlatmak gerekmektedir? Bu, aşiret tarihi yazmanın en çetrefilli ve fakat bir o kadar da heyecan verici sorularından birisidir. Aşiret, bir konargöçer meselesi olarak görüldüğünde, onun geçmişi muhakkak bir göç tarihinin izinde aranır. Aşiret, bir ortak atanın soy evlatları olarak düşünüldüğünde ise, aşiret tarihçiliği de o kurucu ata için kabul görebilecek bir zamanı ve o zamanı temsil eden bir kişiyi arar. Bu kişi, düne kadar İslam tarihine ait komutanlardan, ruhani kişilerden veya onların bağlı oldukları ailelerden seçilirken, Cumhuriyet dönemi boyunca etnik temsiliyeti güçlü yapılarda da aranmıştır. Haliyle, bütün tarihyazımları gibi aşiret tarihyazımı da politik bir tercihin ürünü olabilir ve bu durum onun geçmiş zamanla bağ kurma arayışlarını sıkıntılı bir hale dönüştürebilir; çünkü aşiret, sanıldığından çok daha fazla karmaşık tarihsel süreçlerin izlerini taşır. 

 Osmanlı Devletinde Aşiret YönetimiRişvan Aşireti Örneği | Osmanlı Devletinde Aşiret YönetimiRişvan Aşireti Örneği | Faruk Söylemez | Kitabevi Yayınları | 9786258055357  

    Bir de elbette aşiret tarihçiliğinin yazılı ve sözel kaynakların kullanımıyla ilgili bir sorunu vardır. Aşiret tarihi yalnız aşiret üyelerinin sözel hafızası üzerine kurulabilir. Bu çok değerlidir ve her zaman yapılması gereken ilk şeydir. Bu girişim iyi bir alan taramasına dayanmak zorundadır ve aşiretin yalnız ileri gelenlerinin değil bütün halkalarının hafızasına başvurulmalıdır. Sonuç alıcı bir derleme aynı zamanda çok iyi bir ön hazırlık gerektirir. Örneğin, aşiretin alt gruplarını, iç örgütlenmesini, yaşam alanlarını, dinsel yapısını, göçlerini ve devlet ve diğer aşiretlerle ilişkilerini tespit edebilmek için bu son derece önemlidir. Aşiret tarihi Osmanlı kaynakları üzerinden de yazılabilir. Osmanlı kaynakları aşirete dair sandığımızdan daha fazla bilgi içerebilir. Osmanlı idari sistemi içinde aşiret bir birim olarak yer edinmiş, yönetime tabi tutulmuş ve idarenin ihtiyacı gereğince kayda geçilmiştir. Ayrıca, Osmanlı yönetiminin aşiret ve özellikle aşiret konfederasyonlarının oluşumunda etkili olabildiği de unutulmamalıdır. Haliyle, Osmanlı kaynaklarından alınan veriler ile aşiretin hafızasındaki bilgiler nitel olarak farklıdır. Biri diğerinden daha üstün değildir; birbirlerini tamamlama ihtimali olduğu gibi, her ikisi bize aşirete dair farklı gerçekleri de aktarabilirler.

    Aşiret, coğrafya ve zaman ilişkisine dair verilebilecek en iyi örneklerden birisi Mırdasilerdir. Mırdasiler Palu, Bingöl ve kuzey Diyarbakır bölgesinde yaşayan bir Zaza aşiretidir. Benim onlar hakkında bilgim aşiretin 16. yüzyılda en önemli yüzü olan Cemşid bey ve Palu şehri ile sınırlıydı. Oysa onların bölgedeki varlıkları MS 1000 yıllarında Pir Mansur ile başlar. Pir Mansur ile birlikte Mırdasiler gelecek dokuz yüz yıl boyunca Piran (Dicle), Eğil, Çermik ve Palu’nun, kimi dönemler dışında, yöneticileri olacaklardı. Onların bölgedeki etkileri ancak 19. yüzyılda Osmanlı’nın Kürt beyliklerini ortadan kaldırma girişimiyle son bulacaktır. Bu uzun geçmişi tüm detaylarıyla Nusret Aydın’ın Diyarbakır ve Mırdasiler Tarihi: Piran, Gil, Çermog, Pale adlı 2011 yılında yayınlanmış çalışmasında okumak mümkün. Kitap yalnızca Mırdasi aşireti hakkında değil, onların hikâyesine bir şekilde dahil olmuş bölge aşiretleri ve yereldeki diğer aktörler hakkında da epey bilgi vermektedir. Kitap, aşiret ve konargöçer tanımının ne kadar geçersiz olduğunu; coğrafyanın aşiret açısından ne anlama geldiğini ve ne kadar sabit bir unsur olarak görülmesi gerektiğini doğrulamaktadır. Ayrıca Mirdasilerin bölgede bin yıla yakın varlıklarının tarihini aktaracak bilgilerin sunulması da son derece önemlidir. Nusret Aydın kitabının ilk bölümünde bölgenin antik tarihi hakkında da geniş yer vermiş. Elbette Mırdasi ismi bize antik çağ’dan çok şey hatırlatıyor, fakat böylesi bir aşiret tarihi kitabında bu konunun bu kadar yer edinmiş olmasının gerekliliği tartışılabilir. 

Etmi Etmaneki Aşireti Tarihi ve Röportajlar

    Aşiret tarihi açısından sözel hafızanın neyi temsil edip etmediği konusunda, Mehmet Ali Çabuk’un Atmi (Atma, Etmi) aşireti hakkında yazdığı Etmi/Etmaneki Aşiret Tarihi ve Röportajlar adlı çalışması iyi bir örnektir. Atma (Etmi) aşiretinin tarihsel yurdu Baskil ve Malatya arasıdır. Zamanla onlar çevre bölgelere de yayılmışlardır. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm, Atma aşireti hakkında kısa genel bilgiler veriyor; ikinci bölüm ise, aşiretin farklı bölgelerde yaşayan kırktan fazla ileri gelen üyesiyle yapılmış röportajları kapsıyor. İlk bölüm çok daha geniş tutulabilir, farklı alt kolları, aşiretin geçmişinde iz bırakmış olaylar ve yaşam alanlarındaki yapılanmalar bize daha iyi tanıtılabilirdi. Bu sayede, röportajlarda aktarılan bilgiler konuya yabancı okur için de bir anlam ifade edebilirdi. Ayrıca röportajların çoğunda genel sorularla sınırlı kalınması ve detaya inilmemesi önemli bir eksiktir. Seçilen kırktan fazla kişiden yalnız üçünün kadın olması da bir eksiklik olarak görülmelidir. Oysa kadınlar farklı bir hafızayı temsil ederler ve sözlü tarih çalışmalarında onlara muhakkak başvurulması gerekmektedir. Sözlü tarih her zaman çok iyi bir ön hazırlığı gerektirir ve Atma gibi bir aşiretin tarihini anlamak için de bu şarttır.

    Atma aşireti bölgenin en eski aşiretlerinden birisidir. Osmanlının ilk tahrir yaptığı 16. yüzyılın başlarından itibaren kayda geçmiştir ki bu onların bölgedeki varlıklarının çok daha eskilere gittiğine işaret eder. Batı Fırat bölgesi aşiret tarihçiliği açısından son derece önemli ve ayrıcalıklı bir bölgedir. Burada halen etkili olan Atma dışında İzol, Canbeg, Rişvan ve Kavi gibi aşiretlerin tümü 16. yüzyıldan şimdiye kadar yerlerini korumaktadırlar. Bu ilginçtir, çünkü bölge, Osmanlı devletinin aşiret düzenini dağıtmak için müdahale ettiği, aşiretleri iskâna tabi tuttuğu yerlerin başında gelir. Bu yüzden bölge kökenli birçok Kürt ve Türkmen aşireti İç Anadolu ve Kuzey Suriye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Batı Fırat aşiretlerinin ikinci bir özelliği daha vardır. Yukarıda sıralanan aşiretlerin (Atma, İzol, Canbeg, Rişvan ve Kavi) tümü Alevi ve Sünni inanca mensup alt kollardan oluşur. İki inançlı yapılarıyla bu aşiretler aynı zamanda bölgenin 1500’lerden itibaren dinsel açıdan geçirdiği evrimi yansıtırlar. Bölgenin bir son özelliği ise, aşiretlerin Osmanlı idaresiyle kurdukları ilişki sarmalıdır. Bu aşiretlerin her biri kimi zaman Osmanlı’yla işbirliği içinde, kimi zaman ona karşı isyanda ve kimi zamanda iskân yollarında karşımıza çıkmaktadırlar.

    Tam da bu bölgeden ve bu üç özelliği fazlasıyla temsil eden örnek Rişvan’dır. Rişvan, bir aşiret olmakla birlikte, zamanla kendi çatısı altına birçok aşireti dahil ederek bir aşiret konfederasyonuna dönüşmüştür. Bu dönüşümde Osmanlı idari yapısının önemli rolü olmuştur. Rişvan, 1650 ve 1850 yılları arası bölgede görevlendirilen birçok yöneticinin mensubu olduğu aşirettir. Buna rağmen onlara bağlı alt kollar da dönem dönem isyanlara katılmışlar ve farklı nedenlerden ötürü sürgünlerden paylarını almışlardır. Bu yüzden, Rişvanları İç Anadolu’nun birçok bölgesinde görmemiz mümkündür. Rişvanların yönetici aileleri çok erken bir dönem Sünni inancını benimsemiş olmalarına rağmen, ana kollarını oluşturan gruplarda her zaman Alevi varlığı söz konusudur. Onlar bir konfederasyon olma özelliklerinden dolayı kendi yapılarına Türkmen aşiretleri de dahil etmişlerdir. Bunların bir bölümü zamanla Kürtleşmiştir. Bu Türkmen aşiretlerin bazılarının Alevi olması ve Rişvanlara dahil olarak inançlarını korumuş olmaları da ilgiye değerdir.

    Rişvanların tarihini Faruk Söylemez’in Osmanlı Devletinde Aşiret Yönetimi: Rişvan Aşireti Örneği isimli kitabında okumak mümkün; daha doğrusu resmî olan tarihini. Bir aşiret hakkında Osmanlı kaynaklarında neler bulunur diye merak edenler için bu çalışma çok iyi bir örneği temsil eder. Fakat Rişvanların inançsal ve etnik düzeyde sahip oldukları özelliklerini merak ediyorsanız kitapta fazla bir bilgi bulmanız mümkün değildir. Hatta kitapta Rişvanların etnik kimliğine dair beyan edilen ifadeler, resmî söylemin tekrarından öteye geçmemektedir.

    Aşiret tarihçiliği zahmetli bir alan olmasına rağmen ilgiyi fazlasıyla hak etmektedir. Bu sayede yerel ve bölgesel konular hakkında hiçbir yerde okuyamayacağımız bilgi kaynağına ulaşma şansı yakalayabiliriz. Yakın zaman içerisinde hem bireysel ve hem de Türkiye üniversitelerinde yapılan birçok araştırma bize aşiret tarihine yönelik çalışmaların önümüzdeki dönemler daha da artacağını göstermektedir. Bununla birlikte tarihin yerelden başlayarak nasıl yeniden yazılabileceği örneklerini de göreceğiz. Muhakkak ki bu çaba, coğrafya ve zaman algımızı da değiştirecektir.


Referanslar

Nusret Aydın (2011) Diyarbakır ve Mırdasiler Tarihi: Piran, Gil, Çermog, Pale, İstanbul: Avesta.

Mehmet Ali Çabuk (2017), Etmi/Etmaneki Aşiret Tarihi ve Röportajlar, İstanbul: Ozan Yayıncılık.

Faruk Söylemez (2011), Osmanlı Devletinde Aşiret Yönetimi: Rişvan Aşireti Örneği, İstanbul: Kitabevi.

12 Ocak 2023 Perşembe

Alevi İslam Yolu

Cem Vakfı’nın istemi ve desteğiyle Hüseyin Bal’ın kaleme aldığı Alevi İslam Yolu adlı kitap 2004 yılında yayınlanmış. Bu çalışma, başlığından içeriğine kadar Alevi örgütlenmesinde her zaman var olmuş bir akımı temsil etmektedir. Kitapta, tasavvuftan Balım Sultan’a, ocaklardan Mevlana’ya ve Alevi sanatından Nusayrilere kadar birçok konuya yer verilmiş olmasına rağmen, çok önemli bir konu içeriğe dahil edilmemiştir. Takip ettiğim kadarıyla, Aleviliğe ve Alevilere genel bir bakış sunma iddiasıyla yazılan bütün kitaplarda Kerbela hadisesi ve onu yaratan tarihsel olaylara muhakkak özel yer ayrılır. Kerbela, Alici akımların şekillenmelerinde birçok boyutuyla bir dönüm noktasıdır. Buna rağmen, Alevi İslam Yolu gibi çok anlamlı başlık altında hazırlanmış bu kitapta, birkaç cümle ötesinde, Kerbela’ya dair bir şey söylenmemiş.

ALEVİ İSLAM YOLU - DOÇ.DR.HÜSEYİN BAL | Nadir Kitap

    Bu eksikliğin bir tesadüf olmadığını kabul edersek, şunu sormamak mümkün değil: Bu kitap kim için yazılmıştır? Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Sünni kökenli okuru bilgilendirmek için mi; yoksa inançlarını öğrenmek isteyen Aleviler için mi? Kitabın önsözünde şu cümleler dikkate değer: ‘‘Böylece bilen bilmeyen, iyi ya da kötü niyetlilerin kamuoyunu yanıltmalarını önlemek’’ ve ‘‘herkese göre bir Alevilik anlayışından halkı kurtarmak istedik.’’

    

     Günümüzde Aleviliğe dair yürütülen en yaygın tartışmalardan birisi, bu inancın İslam ile ilişksidir. Bu iki uçlu bir meseledir ve belirtmek gerekir ki, İslam içi veya İslam dışı olduğu tartışması yakın bir döneme aittir. Örneğin, Osmanlı dönemi boyunca Alevilerin bu meseleyi tartışma konusu yapıp yapmadıklarını bilmememize karşın, onların, inançlarını, İslam içinde Alici akımların oluşturduğu yelpazenin altında gördüklerini varsaymaktayız. Buna rağmen, bu tutum, Aleviliğin Osmanlı nezdinde İslami geleneğin bir parçası olarak kabul edilmesini sağlamadı. Dönem boyunca Aleviler rafizi, zındık ve mülhid gibi sıfatlarla damgalandı ve baskı ve dışlanmayla yüz yüze kaldılar. Aleviliğin İslam içi görülmesi Cumhuriyetle başladı; İslam içi burada daha çok ‘Türk halk İslamı’ yönünde anlaşılmalıdır. Aleviliğin İslam’ın tasavvuf geleneği uzantısında yorumlanması ise 1990’lardan itibaren daha fazla öne çıktı. Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi boyunca da bu yaklaşım ağırlık kazandı. Buna rağmen Alevilerden bir kesim de tam da bu zaman diliminde Aleviliğin İslam dışı olduğu tartışmalarını başlattı. Bu daha çok genç kuşaklar arasında yaygınlık kazandı. Bu bağlamda, Alevi İslam Yolu adlı çalışmayı Alevilik ve tasavvuf ilişkisini öne çıkaran son dönemin bir ürünü olarak görmek gerekir. Kitapta sıklıkla yapılan Türklük vurguları da Cumhuriyet’in ilk döneminde öne sürülmüş fikirlerinin devamı niteliğindedir. Elbette Aleviliği tarihsel olarak İslam içi görmek; ya da bu inancın sahiplendiği kavramları ve ritüelleri İslami geleneklerle -özellikle tasavvuf ve tarikat mirasıyla- olan ilişkisini irdelemek için gerçekten de çok önemli argümanlar öne sürülebilir. Bu çalışmada bunların ne ölçüde ikna edici bir şekilde yapıldığı tartışılabilir.

    

     Aleviliğin bir de göz ardı edilemeyecek duygusal bir boyutu vardır. Bu, inancın ritüellerinin taraftarlarınca nasıl somutlaştırıldığıyla alakalı olduğu kadar, tarih boyunca yaşadığı baskılar ve dışlanma uygulamalarından kaynaklanmıştır. Haliyle Alevilerin inançlarıyla kurdukları ve çoğu kez ifade edilmeyen bu duygusal bağ, özellikle, politik gerilimli dönemlerde Sünnilik ile ilişkilerini daha da mesafelendirebilir. İşte Kerbela, bir yandan inançla kuurlan duygusal bağın ve diğer yandan Sünnilik karşıtı tutumun uzun dönem sembolik ifadesi olmuştur. Kerbela, Aleviliği bizzat yaşatan yaşlı kuşaklarda çok daha önemli bir yere sahiptir. Özellikle bu geleneksel kuşakların yaşattıkları Aleviliği temsil ettiğini iddia eden Cem Vakfı’nın çıkardığı bir kitapta Kerbela’yı büyük harflerle görmemek çok daha şaşırtıcıdır. Bu, tesadüf olabilir mi? Yoksa, burada inancın duygusal boyutu bilerek biraz daha arka plana mı itilmeye çalışılmıştır?


    Kitap, 2004 yılında, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden çok kısa bir süre sonra yayınlanmıştır. Bu yüzden, ister istemez akla, Kerbela’nın birkaç cümleyle geçiştirilmesi, yeni dönemin koşullarını dikkate alan bir tarihyazımına mı işaret etmektedir sorusu gelmektedir.


    Bu soru bize politik dönemlerin tarihyazımına nasıl doğrudan veya dolaylı etki yaptığı başka örnekleri hatırlatıyor. Alevi tarihi açısından bu konudaki en çarpıcı örneklerden birisi Eba Müslim-i Horasani’dir. Alici akımların nefret ettiği Emevi saltanatına son veren isimdi Eba Müslüm. En azından, Alevilerin hafızasında öyle yer edinmekteydi. Safeviler İran’da hükümdarlıklarını kurana kadar Eba Müslüm bir örnek mitos işlevi görmüştü. Safeviler iktidarlarını kurup, kendilerine rakip olarak gördükleri Alici gurupları ortadan kaldırmaya başladıklarında da, yaptıkları ilk işlerden birisi Eba Müslüm’ün adını unutturmak olmuştu. Safevilerin yazdıkları yeni tarihte artık böyle bir kahramana ihtiyaç yoktu. Tarih acımasızsa, tarihyazımı da acımasız olabiliyor bazen.


    Aslında Anadolu’da Aleviliğin güçlü bir kolu olan Bektaşilik de bir çok açıdan Osmanlı’nın halifeliği üstlendiği dönemle birlikte başlayacak bir uzlaşı örneğidir. O, Sünni İslam’ın temsilcisi bir İmparatorluk ile o İmparatorluğun karşısında duran Safevilerin tebası olarak görülen Kızılbaş topluluklar arasında uzun yüzyıllar ilginç bir ara alanda konumlandı. Bektaşi tekkelerin kapatıldığı 1826 yılından kısa bir süre sonra bile örgütlenip yeni döneme ayak uydurmayı başardı. Politik tecrübesi olmayan bir tarikatın kendisini bu kadar uzun bir dönem yaşatma şansı yoktur. Bu yüzden, 1925 yılında Cumhuriyet’in kurucuları tarafından kapısına kilit vurulduğu ve bir müzeye dönüştürüldüğünde de yüz yıl önce gösterdiği dirence tanıklık etmemiz beklenebilirdi. Olmadı. Bektaşi dergâhının bu durumu kabul etmesi ve kendisini işlevsiz bırakması son derece şaşırtıcıdır. Bektaşiler, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu belirleyen İttihat ve Terraki geleneğine oldukça tanıdıktılar. Belki, bu yüzden, dergâhın önde gelen isimleri durumdan memnun olduklarını, uygulamaların kendi inançlarına ters olmadığını belirtmişlerdir. Son dedebaba olan Niyazi Baba ise, ‘‘dergâhı kapatabilirsiniz ama kalplerimizi kapatamazsınız’’ demekle yetinecekti.


    Elbette burada şu tespit yapılabilir: Bektaşiler tam da İttihat geleneğini tanıdıkları için kendilerine yapılan muameleyi kabul ettiler. Aksi durumda ne olduğunu bize Dersim katliamı göstermektedir. Cumhuriyet’in kimlik ve inanç politikalarını o dönem tek kabul etmeyen Alevi bölgesi Dersim’di ve bundan dolayı bölgenin neler yaşadığını artık herkes bilmektedir. Elbette burada Bektaşilerin Cumhuriyeti kuranlarla uyumlu olma istemlerinin yapısal bir geçmişini de hesaba katmak gerekmektedir; muhtemelen onlar, bu yüzden, örneğin, Dersim’de yaşananları her zaman görmezden gelmeyi tercih ettiler.


    Öyleyse, Alevi İslam Yolu adlı çalışmada Kerbela hadisesinin yer bulmayışını yeni döneme uyum ve uzlaşı çabası olarak mı yorumlamak gerekiyor? Bunu, Alevilerin bir kesimi açısından bir erken dönem uzlaşı girişimi olarak görsek bile, bu girişimin sonuçta ne kazandırdığını sorgulamadan geçemeyiz. Aradan geçen yirmi yıl Aleviliğin İslam içi veya İslam dışı mı olduğu tartışmalarının önünü kesemedi ve hatta ‘kötü niyetlilerin’ sayısı her geçen gün arttı. Yine Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde bu alanda ciddi anlamda bir hukuki ilerleme de sağlanamadı. Cem Vakfı’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde 2016 yılında kazandığı hakkın uygulanmıyor olması buna iyi bir örnek olarak verilebilir. Herhalde bu dönem açısından atılan en somut adım, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde 2022 yılında kurulan Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı oldu. Fakat bu kurumun kültür ve turizm çatısı altında kurulmuş olması da bize Aleviliğin Cumhuriyet’in ilk döneminde etkili olan yaklaşımlara geri dönüldüğüne işaret etmektedir. Hacı Bektaş Dergâhı’nın müze olmasından bugüne belki de çok şey değişmedi.


    Alevi İslam Yolu başlıklı ilginç çalışmanın Kerbela ve dolayısıyla İmam Hüseyin açısından taşıdığı hüzünlü bir yanı daha vardır. Kitap, eskilerde yaygın bilinen ama şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş bir anlatıma gönderme yapar. Buna göre İmam Hüseyin ve kardeşi İmam Hasan peygamberden duydukları ‘biz uluyuz ama yol bizden uludur’ ifadesinin anlamını merak ederler. Bunun için sırasıyla dedeleri ve babalarını dara kaldırırlar. Anlatımın sonunda Hz. Hüseyin ancak kendisini feda ederek cevap bulacağını fark edecektir. ‘Eyvah’ diyecektir Hüseyin bunun üzerine, ‘bu yolun kurbanı ben olacağım.’


    Sanki yolun kurbanı yine o olacak gibi görünmektedir!


Referans


Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu: Yol Cümleden Uludur, İstanbul: Cem Vakfı Yayınları, 2004.