12 Ocak 2023 Perşembe

Alevi İslam Yolu

Cem Vakfı’nın istemi ve desteğiyle Hüseyin Bal’ın kaleme aldığı Alevi İslam Yolu adlı kitap 2004 yılında yayınlanmış. Bu çalışma, başlığından içeriğine kadar Alevi örgütlenmesinde her zaman var olmuş bir akımı temsil etmektedir. Kitapta, tasavvuftan Balım Sultan’a, ocaklardan Mevlana’ya ve Alevi sanatından Nusayrilere kadar birçok konuya yer verilmiş olmasına rağmen, çok önemli bir konu içeriğe dahil edilmemiştir. Takip ettiğim kadarıyla, Aleviliğe ve Alevilere genel bir bakış sunma iddiasıyla yazılan bütün kitaplarda Kerbela hadisesi ve onu yaratan tarihsel olaylara muhakkak özel yer ayrılır. Kerbela, Alici akımların şekillenmelerinde birçok boyutuyla bir dönüm noktasıdır. Buna rağmen, Alevi İslam Yolu gibi çok anlamlı başlık altında hazırlanmış bu kitapta, birkaç cümle ötesinde, Kerbela’ya dair bir şey söylenmemiş.

ALEVİ İSLAM YOLU - DOÇ.DR.HÜSEYİN BAL | Nadir Kitap

    Bu eksikliğin bir tesadüf olmadığını kabul edersek, şunu sormamak mümkün değil: Bu kitap kim için yazılmıştır? Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Sünni kökenli okuru bilgilendirmek için mi; yoksa inançlarını öğrenmek isteyen Aleviler için mi? Kitabın önsözünde şu cümleler dikkate değer: ‘‘Böylece bilen bilmeyen, iyi ya da kötü niyetlilerin kamuoyunu yanıltmalarını önlemek’’ ve ‘‘herkese göre bir Alevilik anlayışından halkı kurtarmak istedik.’’

    

     Günümüzde Aleviliğe dair yürütülen en yaygın tartışmalardan birisi, bu inancın İslam ile ilişksidir. Bu iki uçlu bir meseledir ve belirtmek gerekir ki, İslam içi veya İslam dışı olduğu tartışması yakın bir döneme aittir. Örneğin, Osmanlı dönemi boyunca Alevilerin bu meseleyi tartışma konusu yapıp yapmadıklarını bilmememize karşın, onların, inançlarını, İslam içinde Alici akımların oluşturduğu yelpazenin altında gördüklerini varsaymaktayız. Buna rağmen, bu tutum, Aleviliğin Osmanlı nezdinde İslami geleneğin bir parçası olarak kabul edilmesini sağlamadı. Dönem boyunca Aleviler rafizi, zındık ve mülhid gibi sıfatlarla damgalandı ve baskı ve dışlanmayla yüz yüze kaldılar. Aleviliğin İslam içi görülmesi Cumhuriyetle başladı; İslam içi burada daha çok ‘Türk halk İslamı’ yönünde anlaşılmalıdır. Aleviliğin İslam’ın tasavvuf geleneği uzantısında yorumlanması ise 1990’lardan itibaren daha fazla öne çıktı. Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi boyunca da bu yaklaşım ağırlık kazandı. Buna rağmen Alevilerden bir kesim de tam da bu zaman diliminde Aleviliğin İslam dışı olduğu tartışmalarını başlattı. Bu daha çok genç kuşaklar arasında yaygınlık kazandı. Bu bağlamda, Alevi İslam Yolu adlı çalışmayı Alevilik ve tasavvuf ilişkisini öne çıkaran son dönemin bir ürünü olarak görmek gerekir. Kitapta sıklıkla yapılan Türklük vurguları da Cumhuriyet’in ilk döneminde öne sürülmüş fikirlerinin devamı niteliğindedir. Elbette Aleviliği tarihsel olarak İslam içi görmek; ya da bu inancın sahiplendiği kavramları ve ritüelleri İslami geleneklerle -özellikle tasavvuf ve tarikat mirasıyla- olan ilişkisini irdelemek için gerçekten de çok önemli argümanlar öne sürülebilir. Bu çalışmada bunların ne ölçüde ikna edici bir şekilde yapıldığı tartışılabilir.

    

     Aleviliğin bir de göz ardı edilemeyecek duygusal bir boyutu vardır. Bu, inancın ritüellerinin taraftarlarınca nasıl somutlaştırıldığıyla alakalı olduğu kadar, tarih boyunca yaşadığı baskılar ve dışlanma uygulamalarından kaynaklanmıştır. Haliyle Alevilerin inançlarıyla kurdukları ve çoğu kez ifade edilmeyen bu duygusal bağ, özellikle, politik gerilimli dönemlerde Sünnilik ile ilişkilerini daha da mesafelendirebilir. İşte Kerbela, bir yandan inançla kuurlan duygusal bağın ve diğer yandan Sünnilik karşıtı tutumun uzun dönem sembolik ifadesi olmuştur. Kerbela, Aleviliği bizzat yaşatan yaşlı kuşaklarda çok daha önemli bir yere sahiptir. Özellikle bu geleneksel kuşakların yaşattıkları Aleviliği temsil ettiğini iddia eden Cem Vakfı’nın çıkardığı bir kitapta Kerbela’yı büyük harflerle görmemek çok daha şaşırtıcıdır. Bu, tesadüf olabilir mi? Yoksa, burada inancın duygusal boyutu bilerek biraz daha arka plana mı itilmeye çalışılmıştır?


    Kitap, 2004 yılında, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden çok kısa bir süre sonra yayınlanmıştır. Bu yüzden, ister istemez akla, Kerbela’nın birkaç cümleyle geçiştirilmesi, yeni dönemin koşullarını dikkate alan bir tarihyazımına mı işaret etmektedir sorusu gelmektedir.


    Bu soru bize politik dönemlerin tarihyazımına nasıl doğrudan veya dolaylı etki yaptığı başka örnekleri hatırlatıyor. Alevi tarihi açısından bu konudaki en çarpıcı örneklerden birisi Eba Müslim-i Horasani’dir. Alici akımların nefret ettiği Emevi saltanatına son veren isimdi Eba Müslüm. En azından, Alevilerin hafızasında öyle yer edinmekteydi. Safeviler İran’da hükümdarlıklarını kurana kadar Eba Müslüm bir örnek mitos işlevi görmüştü. Safeviler iktidarlarını kurup, kendilerine rakip olarak gördükleri Alici gurupları ortadan kaldırmaya başladıklarında da, yaptıkları ilk işlerden birisi Eba Müslüm’ün adını unutturmak olmuştu. Safevilerin yazdıkları yeni tarihte artık böyle bir kahramana ihtiyaç yoktu. Tarih acımasızsa, tarihyazımı da acımasız olabiliyor bazen.


    Aslında Anadolu’da Aleviliğin güçlü bir kolu olan Bektaşilik de bir çok açıdan Osmanlı’nın halifeliği üstlendiği dönemle birlikte başlayacak bir uzlaşı örneğidir. O, Sünni İslam’ın temsilcisi bir İmparatorluk ile o İmparatorluğun karşısında duran Safevilerin tebası olarak görülen Kızılbaş topluluklar arasında uzun yüzyıllar ilginç bir ara alanda konumlandı. Bektaşi tekkelerin kapatıldığı 1826 yılından kısa bir süre sonra bile örgütlenip yeni döneme ayak uydurmayı başardı. Politik tecrübesi olmayan bir tarikatın kendisini bu kadar uzun bir dönem yaşatma şansı yoktur. Bu yüzden, 1925 yılında Cumhuriyet’in kurucuları tarafından kapısına kilit vurulduğu ve bir müzeye dönüştürüldüğünde de yüz yıl önce gösterdiği dirence tanıklık etmemiz beklenebilirdi. Olmadı. Bektaşi dergâhının bu durumu kabul etmesi ve kendisini işlevsiz bırakması son derece şaşırtıcıdır. Bektaşiler, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu belirleyen İttihat ve Terraki geleneğine oldukça tanıdıktılar. Belki, bu yüzden, dergâhın önde gelen isimleri durumdan memnun olduklarını, uygulamaların kendi inançlarına ters olmadığını belirtmişlerdir. Son dedebaba olan Niyazi Baba ise, ‘‘dergâhı kapatabilirsiniz ama kalplerimizi kapatamazsınız’’ demekle yetinecekti.


    Elbette burada şu tespit yapılabilir: Bektaşiler tam da İttihat geleneğini tanıdıkları için kendilerine yapılan muameleyi kabul ettiler. Aksi durumda ne olduğunu bize Dersim katliamı göstermektedir. Cumhuriyet’in kimlik ve inanç politikalarını o dönem tek kabul etmeyen Alevi bölgesi Dersim’di ve bundan dolayı bölgenin neler yaşadığını artık herkes bilmektedir. Elbette burada Bektaşilerin Cumhuriyeti kuranlarla uyumlu olma istemlerinin yapısal bir geçmişini de hesaba katmak gerekmektedir; muhtemelen onlar, bu yüzden, örneğin, Dersim’de yaşananları her zaman görmezden gelmeyi tercih ettiler.


    Öyleyse, Alevi İslam Yolu adlı çalışmada Kerbela hadisesinin yer bulmayışını yeni döneme uyum ve uzlaşı çabası olarak mı yorumlamak gerekiyor? Bunu, Alevilerin bir kesimi açısından bir erken dönem uzlaşı girişimi olarak görsek bile, bu girişimin sonuçta ne kazandırdığını sorgulamadan geçemeyiz. Aradan geçen yirmi yıl Aleviliğin İslam içi veya İslam dışı mı olduğu tartışmalarının önünü kesemedi ve hatta ‘kötü niyetlilerin’ sayısı her geçen gün arttı. Yine Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde bu alanda ciddi anlamda bir hukuki ilerleme de sağlanamadı. Cem Vakfı’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde 2016 yılında kazandığı hakkın uygulanmıyor olması buna iyi bir örnek olarak verilebilir. Herhalde bu dönem açısından atılan en somut adım, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde 2022 yılında kurulan Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı oldu. Fakat bu kurumun kültür ve turizm çatısı altında kurulmuş olması da bize Aleviliğin Cumhuriyet’in ilk döneminde etkili olan yaklaşımlara geri dönüldüğüne işaret etmektedir. Hacı Bektaş Dergâhı’nın müze olmasından bugüne belki de çok şey değişmedi.


    Alevi İslam Yolu başlıklı ilginç çalışmanın Kerbela ve dolayısıyla İmam Hüseyin açısından taşıdığı hüzünlü bir yanı daha vardır. Kitap, eskilerde yaygın bilinen ama şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş bir anlatıma gönderme yapar. Buna göre İmam Hüseyin ve kardeşi İmam Hasan peygamberden duydukları ‘biz uluyuz ama yol bizden uludur’ ifadesinin anlamını merak ederler. Bunun için sırasıyla dedeleri ve babalarını dara kaldırırlar. Anlatımın sonunda Hz. Hüseyin ancak kendisini feda ederek cevap bulacağını fark edecektir. ‘Eyvah’ diyecektir Hüseyin bunun üzerine, ‘bu yolun kurbanı ben olacağım.’


    Sanki yolun kurbanı yine o olacak gibi görünmektedir!


Referans


Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu: Yol Cümleden Uludur, İstanbul: Cem Vakfı Yayınları, 2004.