7 Şubat 2019 Perşembe

HZ. ALİ MÜHR-Ü SÜLEYMAN İZİNDE

Bu başlığı taşıyan kitapla geçen ay bir sahafta karşılaştım. Selami Münir Yurdatap'a ait tarih kurgu türünden eser 1971 yılında basılmış. Yurdatap, yazım dünyasına değişik katkılar yapmış ilginç bir şahsiyetmiş. Kitap, ilk etapta Sultan Süleyman'a dair merakımdan dolayı ilgimi çekti. Dersim'in sözlü geleneğinde kendine has bir yeri vardır Sultan Süleyman'ın. Buna rağmen, kitabı okuduktan sonra beni düşündüren şey Hz. Ali resimleri oldu.

 

    Alevi inancına mensup ailelerin evlerinin vazgeçilmezlerinden birisiydi Hz. Ali resimleri. Örneğin, çocukken evimizin oturma odasında onun oturmuş haliyle yapılmış bir portresi asılıydı. Ünlü kılıcı Zülfikar'ı dizlerinin üstünde durmakta ve o bir eliyle hafifçe kılıcın kabzasını tutmaktaydı. Bu portreden birçok evde vardı. Sonradan onun tasvir edildiği başka resimlerle de karşılaştım. Kimilerinde başının etrafı bir nur halesiyle kaplanmıştı. Bazılarına ise, oğulları Hasan ve Hüseyin ve az sayıdakine ise ünlü atı Düldül ve koçeği Kamber dahil edilmişti. O ve eşi Fatma'nın birlikte tasvir edildikleri resimlerle hiç karşılaşmadım. Bilmiyorum, Anadolu'da bunun da örnekleri var mıydı?

    Bizde olmasa da, muhakkak İran'da vardır. Zaten bizim evlerimizde asılı olan Ali portreleri de İran kökenlidir. Sünni geleneğin aksine insan yüzünü resimlemeye Şii-İran her zaman açık olmuştur. İranlılar efsanevi Rüstem'e benzettikleri kahramanın yüzünü görmek istemişlerdir. Popüler Ali portrelerinin ilk örnekleri de 19. yüzyılın ortalarında İran hükümdarlarının saraylarında görülmüş ve zamanla yaygınlık kazanmıştır. Onların Anadolu'ya ulaşması muhtemelen 1950'lerden sonra olmuştur.

    Hz. Ali'nin minyatürlerle buluşmasının ise bin yıllık bir geçmişi vardır. O kimi zaman yüzüyle doğrudan, kimi zaman harflerle ve bazen de aslan figürü üzerinden resimlendirilmiştir. Bazılarında Hz. Ali kızıl sakal ve bıyıkla tesvir edilir ki, bu da ilginç bir detaydır. Çünkü, rüyalarında bizzat Munzur ve Düzgün Baba'yı kişi olarak gören olup olmadığını hep merak etmişimdir. Rüyada o mekanları görmek elbette iyidir. Gören inançlı insan da çoktur. Buna rağmen, yalnızca iki kişiden bizzat Düzgün Baba'yı gördüklerini duydum. Her ikisi de onun saç ve sakalının kızıl olduğunu söylemişlerdi. Belki Hz. Ali tasviri ile bir ilişkisi vardır diye değineyim istedim.

    İran kökenli bu resimlerin 20. yüzyılda Anadolu'ya nasıl giriş yaptıkları hakkında bilgim yok. Uyanık bir girişimcinin işi değilse, bunu İran'ın Anadolu'da Şiilik veya Ehl-i Beyt bağlılığını yaymak için 16. yüzyılın başlarından itibaren dönem dönem başvurduğu faaliyetlerinden birisi olarak görmek, doğru olur mu acaba?

    Soruyu babama sordum. O anlattı: Erzincan'daki evimizde asılı olan Hz. Ali resmini tam tamına 1970 yılında satın almış. Üstelik ünlü Buğday Meydanı'na yakın bir kahvede. Uzun süre tereddüt etmiş. Resimleri satan kişi Alevi değilmiş. Kahvede konuşulurken duymuş, belki Alevileri tespit etmek için yapılmış bir planmış. ''1970 yılında Erzincan'da Hz. Ali resimlerini satmaya kim cesaret edebilir!'' Bu kuşkuya rağmen, o ve diğerleri dayanamamış, birer birer almışlar.

    Bu durumdan habersiz bizler, duvarda asılı olan Hz. Ali resmini kendimize hep yakın gördük. Belki resmin alt bölümünde tuttuğu ürkütücü bir kılıç vardı, fakat bu harekete geçecekmiş gibi durmazdı. Zülfikar, haksızlık ve kötüye karşı oradaydı ve gerektiği zaman kullanılmış ve kullanılacaktı. En azından anlatılanların yarattığı çocukluk izlenimi buydu.

 

    Yine de Hz. Ali'nin savaşçı yanını öne çıkaran resimlerin olduğunu da es geçmemek gerekir. Üstelik bunlardan birkaçı oldukça ürkütücüdür. Onun 'inançsızlara' karşı nasıl davrandığını anlatan minyatürler, şimdilerde bizlerin asla kabullenemeyeceği içeriğe sahiptirler. Örnekleri, 15. yüzyılın sonunda hazırlanmış Emir Hüsrev Dehlevi'nin Hamse isimli kitabında görülebilir. Yurdatap'ın eserindeki çizgiler de bu tarza yakın olarak değerlendirilmelidir. Sultan Süleyman'ın mührünü bulmak için yola koyulan Hz. Ali'nin, kafirlere karşı -bu arada çoğu Mecusiler'dir- yaptığı savaşlarda ele geçirdiği düşmanlarını nasıl imha ettiği anlatılır. Kaleden attığı asker sahnesi bunlardan birisidir.

    Tesadüf mü bilmem, fakat Yurdatap'ın kitabı da hemen hemen bizdeki resmin satın alındığı yıl basılmıştır. Yine de geçen onca zaman içinde hiç bir Alevinin evinde 'inançsızlara' karşı savaş halinde olan Ali resimleriyle karşılaşmadım.

    Öyleyse, duvarımızda asılı olan onun masum resminin arkasında bütün bu tespitleri buluşturmak için yeterli nedenimiz var mıdır? Evet derseniz, onun başını çevreleyen nur halesini izah etmeniz gerekir. Cevabınız hayır ise, Zülfikar'ın neden resimlerin ayrılmaz bir simgesi olduğunu anlatmak için çaba sarf etmelisiniz. Peki, bu iki uç arasında tercih yapmak kolay mıdır? Elbette değil. Belki de onun resmi tam da bu kararsızlığın ifadesidir ve bu yüzden sessiz sessiz evlerimizin bir köşesinden bize bakmaya devam etmektedir.

10 Ocak 2019 Perşembe

Bırifkan Seyyidleri

2012 yılında İstanbul Bağcılar'da “3.Uluslararası Nakibu'l Eşraf Seyyidler-Şerifler Buluşması” başlığı altında bir toplantı gerçekleştirildi. Bu, 2009 ve 2011 yıllarında Diyarbakır'da yapılan toplantıların devamı niteliğindeydi.

    Buluşma vesilesiyle gazetelerde üç katılımcıdan alıntı yapılmıştı. Onlardan Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun'a göre İslam coğrafyasında yaşanan olumsuzlukların nedeni Ehl-i Beyt'ten uzaklaşılmış olunmasıydı: “Bugün dünyadaki katliamların ve İslam dünyasında yaşanan olayların meydana gelmesinin en büyük sebebi İslam dünyasının Ehl-i Beyt ışığından uzaklaşmasıdır.” Geylaniler derneği başkanı Seyyid Harun Geylani de benzer fikirler ifade etmekteydi: “Geçmişten günümüze seyyit ve şerifler hürmet ve saygıyla karşılanıyor. Onlar toplumda huzurun ve barışın teminatıdır. Bugün de yine aynı şekilde toplumun huzuru ve barışı için onlara fırsat verilmelidir.” Toplantıya katılan bir diğer konuşmacı ise Bırifkan ailesi adına takdim edilen Seyyid Vahidüddin Bırifkani'ydi: "Şayet insanlık kurtulmak istiyorsa, Kur'an-ı Kerim'e ve Habibullah'ın sünnetine sahip çıkmalıdır. Bu sadece Müslümanlara değil dünya barışına katkıda bulunacaktır.” (https://www.haberler.com/fermani-altun-islam-dunyasindaki-olumsuzluklarin-3959137-haberi/)

    Gazete haberlerine göre buluşmaya ilgi beklentinin altındaydı. Muhtemelen bu yüzden devamı gelmedi; en azından sonraki yıllar, takip edebildiğim kadarıyla, haber konusu olmadı. Yine de bu toplantıya katılanlardan aklımda kalan Bırifkani ismi, bu yılın başlarında raflarda gördüğüm “Bırifkan Seyyidleri” başlıklı kitaba ilgimin yönelmesine vesile oldu.

     Seyitlik meselesinin Orta Doğu açısından önemli konulardan biri olduğunu belirtmeme gerek yok. Ben, bu yaygın olgunun daha çok Aleviler halkasını tanımaya çalıştım. Kolay bir mesele değildir ve henüz cevaplanmamış epey bir soru bizi beklemektedir. Alevi seyitlerine dair yöneltilebilecek soruların cevaplarının bir bölümü bu inanç dahilinde yapılacak araştırmalara bağlı; fakat diğer bölümü için de muhakkak ki, ötesine bakmak gerekecektir.

    İster Sünni, Şii, Alevi veya herhangi bir tarikata bağlı olsun, bütün seyitler soylarını peygamberin torunu Hz. Hüseyin'den gelen İmamlardan birisine bağlarlar. Bir bölümünün elinde bunu destekleyen ve farklı zamanlarda değişik merciler tarafından onaylanmış şecereler bulunmaktadır. Onların tümünün gerçektende peygamberin ailesinden (Ehl-i Beyt) olup olmadıkları tartışması bir kenera, Alevi seyitleri ile Sünni ve Şii dünyasında varolan seyitlerin akrabalık derecelerini sorgulamak da bir o kadar gereklidir. Her ne kadar onlar aynı geçmişi benzer kavramlarla sahipleniyor olsalar da, çok farklı yapılarla karşı karşıya olmamız, bu soruyu sormamıza neden olmaktadır.

    Seyit ailelerine mensup kişilerin kendi soyağaçlarına yönelik ilgiye değer bir merakları vardır. Dönem dönem bunun ifadesi olarak farklı kitap çalışmalarıyla karşılaşmak mümkündür. Seyyid Mahmut Bırifkani'nin Bırifkan Seyyidleri isimli eseri de bunlardan birisidir. Bırifkaniler hakkında epey bilgi içeren bu çalışma, bin yıla aşkın bir zaman dilimi içinde ailenin soyağacına dahil kuşakları sıralamakla yetinmemiş, aynı zamanda bu uzun tarih boyunca yaşanan göçler, oluşan kollar ve farklı eğilimler ve şahsiyetler hakkında da ilginç bilgiler aktarır.

    Bırifkaniler soylarını 10. İmam Nakî-i Hâdî'ye (ö. 868) bağlarlar. Bağdat'ın küzeyinde Samara şehrinde ikamet eden aile, 11. yüzyılda Selçuklu istilası sonrası İran'ın Hemedan şehrine yerleşir. Ailenin bundan sonraki durakları 13 yüzyılın sonlarında Bitlis-Ahlat ve 16. yüzyılda Osmanlı-Safavi savaşlarından dolayıda Duhok'a bağlı Bırifkan köyü olmuştur. İkamet ettikleri yerlerden esinlenerek sırasıyla Hemedani, Ahlati ve Bırifkani “soy” isimlerini almışlar. Ailenin önemli alt kolları Hemedan'dan itibaren Kürt ortamında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Son yüzyıllarda onlar, Kadiri tarikatının temsilcileri olarak tanınmaktalar.

     Kadirilik Kürtler arasında olduğu kadar İslam coğrafyasında da yaygın tarikatlardan birisidir. Tarikatın kurucusu olarak Hanbeli okuluna mensup Abdülkadir Geylani (ö. 1160) kabul edilir fakat, Kadiri ismiyle anılacak ilk oluşumlara 14. yüzyıldan önce rastlanmaz. Kürt toplumunda 17. yüzyıldan sonra gelişen Kadirilik, 19. yüzyılın başlarından itibaren yerini önemli ölçüde Nakşibendi tarikatına bırakmıştır. Kürtler'de Kadirilik büyük çapta Berzenci ve Talabani aileleri güdümünde şekil almıştır.

    Berzenciler soylarını 7. İmam Musa Kazım'a bağlarlarken, Talabaniler seyit kökenli değildirler. Berzencilerin Kadiri tarikatına geçmeleri çok da uzak olmayan bir dönemde gerçekleşmiştir. Ailenin atalarından Ali Hemedani'nin oğulları İsa ve Musa, Hemedan şehrini 14. yüzyılın sonlarında terkedip Berzenci bölgesine yerleşmişlerse de, onların torunlarının Kadiri tarikatına dahil olmaları 17. yüzyılda yaşamış Baba Resul Gewra döneminden sonra olmuştur. Kürt Kadiriliği, kalıtsal özelliği ve kimi zikr pratikleriyle (kendini kesmek, kızgın demir yalamak, cam yemek, zehir içmek gibi) diğer Kadiri topluluklarından ayrılmaktadır. Onlarda zikr merasimleri esnasında icra edilen ritüellerin de Rifaiye etkisinden kaynaklandığı belirtilmektedir. (Bkz. Martin van Bruinessen, “The Qadiriyya in Kurdistan and the lineages of Qadiri shaykhs in Kurdistan”, Martin van Bruinessen, Mullas, Sufis, and Heretics: The Role of Religion in Kurdish Society, İstanbul: Isis Press, 2000)

     Kürt Kadiriliği çalışmalarında Berzenciler ve Talabaniler öne çıkmıştır. Bu yüzden, bu iki aile ile karşılaştırıldığında etki alanı daha sınırlı olan Bırifkaniler şimdiye kadar ilgi konusu olmamıştır. Bırifkan Seyyidleri adlı çalışma bu açıdan da önemli bir eksikliği gidermektedir.

     Mahmut Bırifkani'nin aktardıklarından anlaşıldığı kadarıyla ailenin geçmişinde Rifai dışında Sühreverdi, Halveti ve Nakşibendi tarikatına dahil olmuş kişiler vardır. Farklı dinsel eğilimlerin seyit aileleri üzerindeki etkisini göstermesi açısından onun ataları arasında saydığı iki kişiye biraz daha yer vermek gerekmektedir. İlki, Yusuf Hemedani'dir (ö. 1140). Yazar, övgüler dizdiği bu atası için Yesevilik ve Nakşibendiliğin “kolbaşıdır” der (s. 73). Ahmet Yesevi (ö. 1166) Buhara'da Yusuf Hemedani'den eğitim almıştır. Yesevilik sonradan Bektaşilik üzerinden Anadolu'da hatırlanan kurucu bir isime dönüşecektir. Nakşibendilik ise, 19. yüzyılda Suleymaniye'li Halit aracılığıyla radikal bir form alacaktır. Bu birbirinden uzak iki tarikatın silsilelerinde aynı isimle karşılaşıyor olmamız kenera itilecek gibi değildir.

    Mahmut Bırifkani'nin ataları arasında gösterdiği ve Aleviler için -en azından 20. yüzyılda- önem kazanmış ikinci bir isim daha vardır. O da 1405 yılında vefat etmiş Seyyid Hüseyin Ahlati'dir. Timurlenk istilasından dolayı Mısır'a göçeden bu kişi, Bırifkani'ye göre önemli bir tasavvufçu, feylosof ve batıni ilimlerin alimiydi (s. 103-7). Onun bu yazıya dahil edilmesinin sebebi, 15. yüzyılın başlarında Batı Anadolu ve Trakya'da ciddi bir isyanı örgütlemiş Şeyh Bedreddin'in hocası olmasıdır. Gerçektende Bedreddin'in isyankar bir lidere dönüşmesinde Ahlatlı Seyyid Hüseyin önemli bir isimdir. Bedreddin, eğitimi için gittiği Kahire'de onunla tanşacak ve muridi olacaktır. Ahlati'nin istemi üzerine Hurufilerin etkisinde olan Tebriz'e bir yolculuk yaptıktan sonra, murşidi tarafından halife olarak ilan edilecektir. Michel Balivet (Şeyh Bedrettin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2000, s. 50-4), Hüseyin Ahlati için esrarengiz, ermiş, alim, usta bir hekim ve rafizi yakıştırmalarının yapıldığını belirtmektedir.

    Kadiri ve Alevi seyitleri arasında dikkatleri çeken başka ortaklaşmalar da vardır. Mahmud Bırifkani'nin kitabında oldukça öne çıkan Ehl-i Beyt ilgisi ve sevgisi Alevi seyitlerinkinden farklı değildir. Yazar aile fertlerinden bazılarının Bektaşiliğe uzanan yolunu rahatlıkla anlatmaktadır. Kadiriliğin kalıtsal bir örgütlenme üzerinden şekil almış olması da bir o kadar önemlidir. Nakşibendiliğin aksine Kadirilik'te belirgin bu olgu, Alevi seyitlerin örgütlenmesini de belirlemiştir. Yine bu tarikatın ataları içinde karşılaştığımız Uryan Baba, Baba Resul Gewra, Seyyid Baba Mansur Ahlati gibi isimler de, isim bazında bile olsa, ister istemez Dersim'li kimi seyitleri anımsatmaktadır. Bu arada, 20. yüzyılın başlarında bölgede bulunmuş C.J. Edmonds (Kurds, Turks and Arabs, London: Oxford University Press, 1957, s. 184), Berzenci atalarından olan İsa ve Musa isimlerinin Ehl-i Haq inancının kurucularının şeceresinde de geçtiğini belirtir ki, bu da dolaylı da olsa Alevilik açısından önemlidir. Ayrıca, Kadirilerin zikr uygulamaları ile geçmiş zamanlarda keramet sahibi Dersimli pirler ve dervişlerin uygulamaları arasında benzerlikler de dikkat çekmektedir. Son olarak, Dersim-Pertek'te varolan Sünni Kürt topluluğun 1970'li yıllara kadar Kadiri Babalarına tabi olması da önemli bir detaydır; çünkü, komşu bölgeler, Elazığ ve Bingöl, 19. yüzyıldan itibaren Nakşibendiliğe dahil olmuşlardı. (Bkz. Ahmet Kerim Gültekin, Tunceli'de Sünni Olmak, İstanbul: Berfin Yaayınları, 2010)

    Birçok değerli verinin yer aldığı Bırifkan Seyyidleri adlı çalışmayı okurken, aktarılan bilgilerin, Alevi seyitleri hakkında yapılan araştırmalar açısından ne ifade ettiğini sorgulamamak kaçınılmazdır. Bu tür çalışmalar bize ilk etapta, seyitlik olgusunun tek düze birkaç saptamayla geçiştirilemeyeceğini göstermektedir. Yine farklı coğrafyalara dağılmış bu aileler arasında geçişleri sağlayan şeyin yalnızca Eh-i Beyt sevgisi ve bağı olmadığı açıktır. Bu yüzden, üyelerinin değişik düşünsel/dinsel akımların etki alanına girmeleri de olağan gözükmektedir. Burada asıl ilgiyi uyandıran şey, bu kadar yoğun seyit veya ruhban tabakasının birbirine yakın mekanlarda varlıklarını sürdürebilmiş olmalarıdır. Bu durumu nasıl açıklamalıyız? Bunun yalnızca seyit olmayı gerektiren delilleri bulmakla izah edilemeyeceği kesin. Sanırım bu sorun ile meşgul olmak için yeni bir başlık açmak gerekmektedir.


Referans:

Seyyid Mahmut Bırifkani, Bırifkan Seyyidleri, Ankara: Poyraz Ofset, 2011.

6 Aralık 2018 Perşembe

İLK ALEVİ KİMDİR?

Bu muhteşem soru bana ait değildir. Aslında, ilk Yahudi'nin, ilk Hıristiyan'ın, ya da İlk Müslüman'ın kim olduğuna dair tartışmaları izlemiş olmama rağmen, “İlk Alevi Kimdir” sorusu, Nasreddin Eskiocak'ın bu başlığı taşıyan kitabıyla karşılaşmayana kadar aklıma gelmemişti. Kitap, Alevi yazarların inanç tarihlerini hangi dönem veya kişiyle başlattıklarına yönelik bir konuyla meşgulken dikkatimi çekti. Böylesi bir sorunun, ilk etapta sandığımdan daha karmaşık bir içeriğe sahip olduğu sonucuna varmam da çok uzun sürmedi. Yazarın kendisi de bunun farkında olacak ki, çalışmasının girişinde hedefinin bir isim vermenin ötesinde olduğunu belirtmektedir: “Şimdiye kadar hiç bir kimse Alevilik hakkında gerçeği yazmamıştır.” (s. 10) Beklenti ve iddia büyük olmasına rağmen, Eskioacak'ın cevap için 91 sayfadan daha fazlasına ihtiyacı yoktur.

 

    Bu ilginç soruyla bizi tanıştıran Nasreddin Eskiocak'ın kendisi de ayrı bir ilgiyi hak ediyor. O, Antakya (Hatay) bölgesinde kalabalık bir topluluk olan Nusayri inancına mensuptur. Geldiği aile, bu inanç topluluğu içinde dinsel bir konuma sahip. Daha çok Arap Alevileri olarak bilinen Nusayriler, Türkiye'de Alevi yazımı içinde fazla öne çıkmış bir grup değildir. Bu garip bir durumdur, çünkü her ne kadar Alevi kavramı altında bu ülkede farklı altgruplar bulunsa da, Nusayriler kesinlikle diğerlerinden daha önemsiz değildirler. Tam aksine, onlar Ali'ye bağlılık hissiyle kendilerini tanımlayan topluluklar içerisinde en eskilerdendirler.

    Nusayriler isimlerini 11. İmam el Askeri'nin (ö. 873) yakınında bulunmuş İbn Nusayri'den alırlar. İnancın yapısal bir hal alması 10. yüzyılda yaşamış el Hasibi (ö. 969) tarafından gerçekleştirilmiştir. Doktrinleri erken dönem Ghulat akımlarının belirgin izlerini taşır. Allah, soyut ve tarif edilmesi mümkün olmayan bir varlık olarak, kendisinden var ettiği kutsal üçlü aracılığıyla yaratılışı başlatmıştır. Mana, İsim ve Bab (Kapı) olarak adlandırılan bu üçlüyü, Hz. Ali, Hz. Muhammed ve Selman-i Farısi temsil etmektedir. İsmaililer'de iki ile ifade edilen yaratılış anlayışına Nusayriler Bab'ı katarak, aynı zamanda Selman-i Farısi ve onun silsilesi olarak kabul gören liderleri İbn Nusayri'yi anlamlaştırmışlardır. Nusayriler için Hz. Ali, tanrı-insan yaklaşımının vazgeçilmez ismidir. Yakın zamanda Yaron Friedman tarafından yazılmış The Nusayri-ʾAlawis: an introduction to the religion, history, and identity of the leading minority in Syria (Leiden: Brill, 2010) onların tarihi ve inançları hakkında oldukça bilgilendiricidir.

    Nusayri inancının prensipleri özellikle Anadolu'da sonraları ortaya çıkacak Alici gruplar açısından da çok önemli olmasına rağmen, şimdiye kadar ikisi arası varolabilecek tarihsel ilişkiler ve etkileşimler hakkında kapsamlı araştırmaların yapılmadığını belirtmem gerekiyor. Oysa Nusayriler, erken Şii-Ghulat dönemi ile sonradan Anadolu'da belirginleşecek Alici akımlar arasında hem coğrafik hem de inanç açısından önemli bir konumdadırlar. Bunun için Umm Al-Kitab adlı kaynak uzantısında yapılan tartışmalara bakmak yeterlidir. Pamiri İsmailelerince korunan bu kitabın kimi bölümlerinin 8. yüzyılın ikinci yarısında yazıldığı kabul edilmektedir. Bu kitap, yalnız Nusayrilik için değil aynı zamanda tüm Alici toplulukların tarihleri açısından önemlidir; çünkü, Hz. Ali ve onun çevresinde kutsiyet atıf edilen kişiler hakkında düşüncelerin ne kadar erken dönemde şekil almaya başladığı konusunda fikir vermektedir.

    Eskiocak'ın çalışması Nusayriler hakkında bu kısa notları aktarmamı gerekli kıldı. 'İlk Alevi Kimdir?' gibi birincil bir soruyu Nusayrilik açısından nasıl ele alacağı haliyle ilginç olabilirdi. Yazarın buna cevap vermek için seçtiği dayanaklar dört başlık altında toplanabilir: Hz. Muhammed ve onun Ehl-i Beyt ile ilgili açıklamaları; Hz. Ali'nin vasıfları ve peygamber ile arasındaki özel ilişki; Hz. Ali'nin neden peygamberden sonra halife olması gerektiği; ve son olarak Hz. Ali'yle ilgili hayatın değişik alanlarına dair öğretici hadisler.

    Bu başlıkların tümü Türkiye'deki Alevilerin tanıdık olduğu referanslarla işlenmektedir. Maalesef bu referanslar içerisinde Nusayri doktrinine ait temalar ve göndermelere yer verilmemiştir. Eskiocak kitabının ana sorusuna cevabını oldukça sade ifade etmeyi tercih etmiştir: ''Hz. Muhammed hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: “Ali'yi seven beni sever, beni seven Allah'ı sever''. Eğer Hz. Muhammed bu sözü gerçekten söylemişse kendisinin ilk Alevi olması gerekir. Çünkü kendisi Hz. Ali'yi en çok seven kişidir.” (s. 39)

    Sorunun çözümlenmesi ve verilen cevabın, beklentimin çok dışında ve oldukça problemli olduğunu belirtmem gerekiyor. Elbette yazar, verdiği cevabın arkaplanında iki tarihsel kişilik arasındaki ilişkinin sevginin ötesinde olduğunu; daha doğrusu, Ali'yi sevmenin aynı zamanda onun faziletleri ve gizemiyle ilişkili olduğu ve bu bağlamda peygamberin Ehl-i Beyt'e dair söylemlerinin hiç de tesadüf olmadığını aktarmaktadır. Sorun burada değildir; verilen cevap, ister Nusayriler isterse diğer Alevi grupları açısından değerlendirilsin, önemli bir kabulü dahil etmemektedir ve hatta onunla bir ölçüde sorunlu bir konuma düşmektedir.

    Öncedende değinildiği gibi, Nusayriler için yaratılış, Allah'ın kendisini Hz. Ali, Hz. Muhammed ve Selman-i Farısi'dan oluşan kutsal üçlü ile tezahür etmesiyle devam etmiştir. (Türkiye'deki diğer Alevi gruplarda bu, her şeyden önce varolan Muhammed-Ali nuru ile ifade edilir; Selman'ın ismi bu aşamada dahil edilmez.) Eskioacak'ın verdiği cevap, tam da bu düşünceyle sorunlu bir haldedir. Nasıl oluyorda, başlangıçta, yani batıni alemde, varoluşun bütünsel ögeleri olan ve birbirlerini tamamlayan isimler, “ilk Alevi kimdir” sorusunda çok sıradan bir bağlamda karşımıza çıkıyorlar?

    Bunun genel olarak batıni grupları ilgilendiren çok önemli bir soru olduğunu bilmekteyim. Yazar, meselenin genel boyutuna girmeden, en azından Nusayri prensiplerine göre bu durumun izahını yapabilirdi. Bu, bizi, yalnzca Nusayri düşünürlerinin geçmişte bu türden sorulara nasıl yaklaştıklarıyla ilgili bilgilendirmeyecekti, aynı zamanda yazarın verdiği cevabı daha rahat anlamamızı da sağlıyacaktı. Bu yapılmadığı için, okurun peşisıra şu soruyu sorması kaçınılmaz olmaktadır: eğer Hz. Muhammed ilk Alevi ise, öyleyse, ikinci Alevi kimdir?

    Herhalde buna verilecek cevap için – Eskiocak'ın yaklaşımını esas alırsak- akla ilk gelen isim Selman-ı Farısi'den başka kimse olamaz. Çünkü Nusayri üçlemesinin ikinci ismi Selman'dır. Fakat şimdiden, en az ilk cevap kadar, bunun da sorunlu olduğunu belirtmeliyim. Buna rağmen, kitabı ilk elime aldığımda, henüz içeriğine bile bakmamışken, aklıma ilk gelen kişinin Selman-ı Farısi olduğunu söylemeliyim.

    Selman-i Farısi Anadolu Alevileri açısından oldukça önemli bir yere sahiptir; çünkü, Alevi pirleri inançları için “yol sürme” diye adlandırdıkları görevlerinin ilk temsilcisi olarak Selman'ı görürler. Ona dair herkesin ezbere bildiği bir anlatıları vardır. Peygamber miraç dönüşü, bir odada bulunan bir grup ile karşılaşmıştı. Onlara kim olduklarını sorduğunda, Kırklar” cevabını almıştı. Bunun üzürine peygamber odada yalnız 39 kiş gördüğünü söylemişti. Kırkıncı kişi Selman'dı; onun pars toplamaya gittiği söylendi. Az sonra o da elinde bir üzüm tanesiyle çıkıp geldi. Peygamber bu üzüm tanesini sıkıp şerbet yaptı, kırklar onu içti ve ilk semahı o zaman dönüldü. İşte Selman'ın parsı, Alevi pirlerinin yılda bir talipleri arasında gezmeleri, sorgu-sual etmeleri ve onların sofralarına dua vermelerine örnek teşkil eder.

    Eskiocak, “İlk Alevi Kimdir?” sorusunu Selman ile cevaplamış olsaydı, bunu kabullenmek çok daha kolay olabilirdi. Bu isim, Anadolu'daki Aleviler ve Nusayriler için, farklı içeriği de olsa da, önem arz eder. Fakat ne gariptir ki, kitabın hiç bir yerinde Selman'la karşılaşmamaktayız. Üstelik bir Nusayri tarafından yazılmış bir çalışmada bu inanç için böylesi önemli bir kişinin anılmamış olması oldukça düşündürücüdür.

    “İlk Alevi Kimdir sorusuna verilen cevabın problemli yanlarından birisi de Alevi kelimesiyle ilgilidir. Yazara göre, “Alevi kelimesi sözlük bakımından bir kişinin Hz. Ali'ye mensup olması demektir.” (s. 10) Haliyle de ilk Alevi kimdirle mesgul olunduğunda, Ali'nin çevresindeki kişilere bakmak gerekmektedir. Anadolu'da Alici olarak bilinen grupların kendilerini “Alevi” olarak tanımlamalarının 19. yüzyıldan itibaren olduğu genel kabul görmektedir. Öyleyse, örneğin, kendilerini “Kızılbaş” olarak adlandıranlar açısından “İlk Alevi Kimdir” sorusunu sorsak ne tür bir cevap bizi bekliyor? İlk Kızılbaş, aynı zamanda ilk Alevi midir? Veya kendileri için “Ewladê Haq” (Hak'kın Çocukları) ve inançları için “Raa Haq/Riya Haq” (Hak-Hakikat Yolu) diyenler açısından inancın ilk takipçisi kimdir? İlk Ewlade Haq aynı zamanda ilk Alevi midir? En azından sonuncular için şunu söyleyebilirim. Onlar inançlarının, daha doğrusu yürüdükleri bu inanç yolunun, ilk insandan bu yana olduğunu kabul etmektedirler. Bu yüzden onlar açısından “İlk Alevi Kimdir?” sorusuna cevap, Adem'den başka kimse olamaz. Çünkü Adem yaratılıdğında melek Cebrail ona bu yolun gereklerini açıklamış ve onunla ahiret kardeşi olmuştu. Herhalde, bu düşüncenin de Eskioacak'ın cevabından oldukça farklı bir seyir izlediğini izah etmeme gerek yok.

    Melek Cebrail'i anmışken, şunu da aktarmam gerekiyor. Eskiocak kitabının son iki sayfasında ilginç bir mevzuyu işler. Peygamber, melek Cebrail'in Hz. Ali'ye özenli davrandığını farkettiğinde ona bunun nedenini sorar. Cebrail, cevabında şunu aktarır: Henüz yaratılmışken, Allah kendisine “Sen kimsin” sorusunu sormuştu. Cebrail soruyu cevaplandıramadığında, nur aleminden Hz.Ali belirmiş ve ona ne söylemesi gerektiğini aktararak yardımcı olmuştu. Cebrail'in Hz. Ali'ye özel davranmasının nedeni budur. Bunun üzerine peygamber Cebrail'e yaşının kaç olduğunu sorar. Cebrail'de “Ey Allahın Resulü, bilemem, fakat Arş'tan her 30.000 yılda bir yıldız çıkar, bu yıldızın 30.000 sefer çıktığını gördüm” der. (s. 91)

    Bundan sonra Eskiocak devam eder ve şu satırlarla kitabını sonlandırır: “İşte Alevilerin tabi oldukları şahsiyet budur. Ve bu şahsiyetin adı ile Alevi diye adlandırılmışlardır. Acaba Cebrail'de mi Alevidir?” (s. 91)

    Yazar tamda ele alması gerektiği meselelere girmişken kitabını sonlandırması, üstelik bunu pek de olağanüstü bir soruyla yapmış olması, tam anlamıyla yazık olmuş. Cebrail'in hikayesinin son derece ilginç ve uzun bir mesele olduğunu belirtmekle yetineyim.

    Nasreddin Eskioacak'ın değerli kitabını okurken inanç prensipleri hakkında sistemli tartışma ve yazmanın önemli bir gelenek olduğunu hatırlamak zorunda kaldım. Çok uzun zaman önce Nusayriler dahil bu tür gruplar, bu tartışmaları yapma yeteneğine sahiptiler. Sonra uzun süre bu gelenek aksadı. Şimdi 20. yüzyılın sonlarında kenarından köşesinden bu geleneğe yeniden tutunurken, takılıp düşmeden bu yolu yürümek için epey bir zamana ihtiyaç olduğu görünmektedir.


Referans

Nasreddin Eskiocak, İlk Alevi Kimdir?, Can Yayınları, 2. basım, İstanbul, 1996.










* Bu makale Pir Sultan Abdal Dergisinin 64. sayısında (2017, Haziran) yayınlanmıştır:

http://www.pirsultan.net/blog/category/yayinlar/pir-sultan-abdal-dergisi/

12 Nisan 2018 Perşembe

 

1921 yılının ilk yarısında Sivas ve Erzincan hattında gelişen ve “Koçgiri İsyanı” olarak anılan olaylar zinciri, etkilediği bölgenin çok ötesinde bir anlam taşımaktadır. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında, 1921 yılı gibi kritik bir dönemde bu olayın baş göstermiş olması, Koçgiri'ye mensup olan Kürt ve Alevi toplulukları ve Cumhuriyet'in genel politikası hakkında birçok soruyu beraberinde getirmektedir. Koçgiri olaylarını tertipleyenler kimlerdi ve onların bu erken dönemde başkaldırıya teşebbüs etmelerinin arkasında ne tür nedenler yatmaktaydı? Ayaklanmanın toplumsal tabanını kimler oluşturuyordu? Olaylar Ankara açısından nasıl değerlendirilmiş ve ne tür tedbirler alınmıştı? Hadisenin erken aşamada yatıştırılma şansı var mıydı? Toplu katliamlar ve yıkımlara varmasında idari ve askeri sorumluların etkisi olmuş muydu? Cumhuriyet'in ilk yıllarında gerçekleşen Koçgiri ile sonrası vuku bulan Şeyh Said, Ağrı ve son olarak Dersim hadiseleri arasında ne tür bir ilişki vardı? Ayrıca,1937-38 Dersime giden yolda Koçgiri'nin rolü neydi?

Kocgiri Isyani: Sosyo - Tarihsel Bir Analiz 

    Bu sorularla ilgilenen birinin, Dilek Kızıldağ Soileau'nun Koçgiri İsyanı: Sosyo-Tarihsel Bir Analiz isimli kitabını es geçmesi mümkün değildir. Koçgiri meselesi ve Koçgirililer hakkında önemli birincil kaynakların yanı sıra, özellikle son yirmi yılda yazılmış bir çok çalışma ve bunlara paralel bir çok yorum bulunmaktadır. Bu yüzden olayların gelişimi genel hatlarıyla bilinmektedir. Bilinmeyen ya da daha fazla ilgiye muhtaç olan, yazarın da alt başlıkta vurguladığı “sosyo-tarihsel” arka plandır. Bu yüzden de aslen Ankara Üniversitesi'ne sunulmuş ve bilebildiğim kadarıyla Türkiye üniversitelerinde Koçgiri'yi esas alan ilk doktora çalışmasının uyarlanmış hali olan bu kitap ilgiyi ve bir değerlendirmeyi hak etmektedir.

    Kızıldağ'ın çalışması üç ayak üzerine oturtulmuş: 19. yüzyıldan itibaren gelişen ve 1908 sonrası siyasallaşan Kürt ulusalcılığı; Kürt ulusalcılığı açısından Koçgiri'nin ve 1921 olaylarının anlamı; ve son olarak bizzat 1921 olaylarının değerlendirilmesi. Çalışmanın önemli alt başlıklarından birisi Alevilik olsa da, bu bölüm diğerleri kadar geniş ele alınmamıştır. Kitabın içeriğinin en önemli başlığı ise, 1921 olaylarının detaylarıyla işlendiği son bölümdür. Burada, ilk kez 1921 yılında TBMM'de Koçgiri olaylarını araştırmak için kurulan heyetin yayınladığı Koçgiri Hadisesine Dair Heyet-i Tahkikiye Raporu”nun dâhil edilmiş olması çalışmaya ayrı bir değer katmaktadır. Çünkü şimdiye kadar Koçgiri meselesi, bir yanda olayların Kürtler açısından bir sunumunu yapan Nuri Dersimi'nin, diğer yandan resmi yetkililerin (bkz. Ali Kemali ve Genelkurmay yayınları) aktardıkları arasında değerlendirilmekteydi. Bölgede bilfiil bulunmuş TBMM heyet üyelerinin Meclis'e sundukları rapor oldukça gerçekçi bir içeriğe sahip olması açısından önemlidir. Bu yüzden, olayların akışına dair bilgilerimize üçüncü bir birincil kaynağın dâhil edilmesi, Koçgiri 1921 hakkındaki bilgilerimize yeni ve çok önemli bir nitelik kazandırmıştır.

    Yine de bu önemli başlık kitapta benim asıl ilgimi çeken mesele ile çok ilgili değildi. İsyanın sosyo-tarihsel bölümü en azından şu soruyu sormayı mecbur kılıyor: hangi toplumsal etkenler, 1921'e giden yolda, göreceli refah içerisinde yaşayan bu bölge insanının bir ayaklanma tertip etmesine neden olmuştu? Üstelik bu, Kürtlerin çok büyük bölümünün herhangi bir isyanı düşünmediği ve hatta Ankara'nın yanında yer almayı tercih ettikleri bir dönemde olmuştu. 19. ve 20. yüzyılın başlarında Kürtler arasında baş gösteren gelişmelere uzak olmuş bir bölgenin ayrıca bir bütün olarak Alevi olması da durumu biraz daha ilginç kılmaktadır. Bu aynı zamanda Koçgiri olaylarından birkaç yıl sonra patlak verecek Şeyh Said isyanı esnasında Varto ve Hınıs hattındaki birtakım Alevi aşiretlerin isyancılar karşısında tutum almalarıyla yan yana getirildiğinde oldukça dikkate değer bir tespittir. Koçgiri ve Varto arasındaki bu tercih farklılığını açıklamayı bir makale aracılığıyla yapmaya çalışmış, fakat verdiği cevaplardan tam olarak tatmin olmamış birisi olarak, haliyle Kızıldağ'ın çalışmasında bu sorulara verilen cevaplar daha çok ilgimi çekti.

    Aslında yazar da bu soruları kitabında yöneltiyor. O'na göre de, Alevi oluşundan dolayı, “..görece tecridi bir topluluğun birdenbire Kürt milliyetçi bir refleksle sahneye çıkması nasıl açıklanmalıdır? Üstelik henüz Mustafa Kemal hareketinin de Kürtlere yönelik ayrımcı bir programının olmadığı, genel itibariyle diğer Kürt aşiretlerinin ve Alevilerin Milli Mücadele'ye destek verdiği bir dönemde Alevi Kürtlerin, Kürt milliyetçiliğine meyletmesinin nedenleri nelerdi?” (s. 150)

    Bu sorulara verilecek cevaplar yalnız Alişer, Alişan ve Haydar bey gibi Koçgirili ileri gelenlerin 1918 sonrası Kürt oluşumları ile kurdukları ilişki ile açıklanabilir mi? Şüphesiz bunlar bir etken fakat toplumsal bir başkaldırı için yeterli mi? Elbette burada Koçgiri'nin ne kadar isyan veya planlanmış bir isyan olduğu da ayrı bir tartışma konusudur. Yazar her ne kadar Koçgiri ve liderlerinin Kürt siyaseti ile ilişkilerine genişçe yer vermeye çalışmışsa da, kitabın ana sonuçlarından birisi Koçgiri'nin tam anlamıyla bir isyan olmadığı yönündedir. Bölge halkının “Ermenilere yapılanın kendilerine de yapılacağı” tedirginliği ve Nurettin Paşa'nın komutasındaki birliklerin ve Topal Osman'a bağlı çetelerin yarattığı tahribat bu idareye karşı duyguları beslemiş ve olayların büyümesine vesile olmuştur. Bu durum Tahkikat Heyeti raporuna da yansımıştır.

    Şüphesiz her iki olgu da doğru, fakat Koçgiri yöresinde bunlardan bağımsız politik gelişmelerin olduğu da göz ardı edilemeyecek bir meseledir. Aslında işin bu yanıyla ilgili cevaplar yalnız resmi belgelere dayanarak verilemeyeceği için, Koçgirili yaşlıların kendi bölgelerinin politik geçmişine ve yanı sıra Koçgiri'deki toplumsal yapıya dair taşıdığı hafızayı çalışmaya dâhil etmek gerekirdi. Herhalde kitapta en önemli eksiklik de budur. Yazar bilfiil bölge insanın yakın tarihle ilgili anılarını derleme yönünde bir çaba içerisine girmemiş olsa da, bu doğrultuda yapılmış göz ardı edilmeyecek çalışmalardan da (örnekler için bkz. Mamo Baran, Evin Çiçek, Yusuf Zeri) bir kaç referans dışında faydalanmamıştır. Haliyle isyanın sosyo tarihsel boyutu meselesi maalesef daha çok ikincil ve genel kaynak derlemesi boyutunun ötesine geçememiştir.

    Bu bağlamda isyanın Alevilik ve Alevi topluluğu açısından nasıl yorumlanması gerektiği de açık kalmıştır. Koçgiri isyanını Kürt ulusalcılığı bağlamında değerlendirebilirsiniz, fakat bu ulusalcılığın dönem itibariyle lokal (birincil) ilişkilerin ötesine geçemediği tespitini yapıyorsanız, o zaman bölgesel aktörler ve yapılara daha yakından bakmak gerekmektedir. Örneğin; Şeyh Said isyanı sırasında Varto'da yaşananlar, Kürtlerde Alevi ve Sünni topluluklar arası ilişkiler açısından değerlendirmeye tabi tutulabilir; fakat Koçgiri isyanına bu doğrultuda yapılmış vurgunun pratik bir karşılığı yoktur. Koçgiri'de yaşanan olaylar bütünüyle Alevi Kürt aşiretler dahilinde gerçeklemiş olup onların sosyal, dinsel ve politik özelliklerini yansıtmaktadır. Kitabın bu boyutu ve onun içinde taşıdığı sorunları yeterince işlediği söylenemez. Dolayısıyla çalışmanın sonuçları, Cumhuriyet'in ilk dönemine dair son otuz yılda gelişen Alevi yaklaşımının çok ötesine geçememiştir: “Yaşanan olaylar bu bağlamda özel koşullarda, bölgedeki küçük bir önder grubun Birinci Dünya Savaşı sonrası elverişli ortamın yarattığı ve aynı zamanda bazı tesadüfü olayları fırsata dönüştürerek değerlendirmek istemeleri sonucu yaptıkları bir teşebbüsten/kalkışmadan ibarettir.” (s. 352)

     Bütün olarak değerlendirildiğinde, Dilek Kızıldağ Soileau'nun “Koçgiri İsyanı: Sosyo Tarihsel Bir Analiz” kitabı, yalnızca toparlayıcı özelliği açısından bakıldığında bile fazlasıyla okunmayı hak ediyor. Kitap, Koçgiri meselesi ile ilgili 1990'lardan itibaren yapılmış çalışmalara önemli bir nitelik kazandırırken, muhtemeldir ki bu konuda yapılması gereken daha birçok çalışma için de bir vesile oluşturacaktır.


 

Referans

Dilek Kızıldağ Soileau, Koçgiri İsyanı Sosyo-Tarihsel Bir Analizİstanbul: İletişim Yayınları, 2017.


 

10 Kasım 2016 Perşembe

Alevi Hafızasını Tanımlamak

Efsaneler, mitoslar, menkıbeler ve beyitlerden oluşan devasa bir hafızanın içine dalan Gezik, Alevi Hafızasını Tanımlamak’ta bu hafızayı daha yakından tanımaya, anlamaya, başka kültür ve medeniyetlerle derin bağlantılarını ortaya çıkarmaya çalışıyor.  

Adem, Havva ve Şit’le başlayan insanlık macerasının Hazreti Muhammed’e kadar uzanan öyküsü, onun yeni dini ilan etmesiyle birlikte yaşanan sorunlar, her şeyden önce amcasının oğlu Ali ile olan ilişkileri, Kerbela olayı...

Alevi Hafızasını Tanımlamak


    Erdal Gezik, çocukluk günlerinden itibaren dinlediği; tarihsel verilerin, efsanelerin, mitos ve söylencelerin birbirine karıştığı “büyüklerin” sohbetlerini yıllar sonra anlamlandırma çabası içine giriyor. Bir yandan incelikli bir sözlü tarih çalışması yürütürken bir yandan da temel bir sorunun peşine düşüyor: “Birkaçı dışında ellerinde kitap görmediğim bu yaşlı insanlar geçmişe dair bilgilerini nereden almışlardı? Dilden dile anlattıkları, uzak diyarlarda, uzak zamanlarda yaşanmış bu olaylar neden onları halen bu kadar heyecanlandırıyordu?”


    Efsaneler, mitoslar, menkıbeler ve beyitlerden oluşan devasa bir hafızanın içine dalan Gezik, Alevi Hafızasını Tanımlamak’ta bu hafızayı daha yakından tanımaya, anlamaya, başka kültür ve medeniyetlerle derin bağlantılarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Tüm bu birikimin yalnızca tesadüflerin oluşturduğu bir miras mı, yoksa bilinçli bir tercihin sonucu mu olduğu sorusunu da aklından çıkarmadan. 

 

Kitaptan bir bölüm okumak için tıklayın

Kitabı İletişim Yayınları sayfasından temin edebilirsiniz. 

 

19 Kasım 2015 Perşembe

How Angel Gabriel Became Our Brother of the Hereafter: On the Question of Ismaili Influence on Alevism

This article attempts to analyse Alevi cosmology within heterodox Islamic tradition. The main primary source is a recording made in 2009 in Istanbul. The Alevi creation myth (told by a 92-year-old man from the Dersim [Tunceli] region) ofers a remarkable combination of symbols and an interpretation of why mankind was created. The role Archangel Gabriel fulfls from the beginning to the creation of the frst man, and the notion of ‘looking for a second one’ as the cause of creation, are the most striking features of this myth. The story has given me the opportunity to explore the cosmological views of certain Shi’i sects. Interesting parallels with the cosmological speculations of Ismailis cannot be underestimated. The Alevi studies mainly focus on the period after the thirteenth century. Analysis of this creation myth, on the other hand, in which Archangel Gabriel plays the leading role, leads us, at least on theological matters, to reconsider the formation and circulation of ‘heretical’ ideas from the tenth to the thirteenth century in the Middle East in general and in Seljuk realms in particular. 

For the PDF of the article, click here


Source: Gezik, E. (2015). How Angel Gabriel Became Our Brother of the Hereafter (On the Question of Ismaili Influence on Alevism). British Journal of Middle Eastern Studies, 43(1), 56–70. https://doi.org/10.1080/13530194.2015.1060154 

6 Haziran 2013 Perşembe

Alevi Ocakları ve Örgütlenmeleri


Alevi inancının örgütsel yapısının temel direklerini kutsal aileler oluştururlar. Bu aileler kökenlerini, Peygamber'in kızı Fatma ve amcasının oğlu Ali soyundan gelen ve İslam dünyasında 'Ehl-i Beyt' olarak bilinen İmamlar'dan birisine bağlarlar. Türkiye'de onlar, 'Evlad-ı Resul', 'Seyid-i Saadet' veya 'seyit' gibi ünvanlarla tanınır. Bu soydan gelenlerin Aleviler içerisinde örgütsel yapısı ise 'Ocak' olarak adlandırılır. Alevilik ve Aleviler açısından son derece önemli olan bu oluşum, maalesef şimdiye kadar araştırmacıların ilgisini hakkettiği düzeyde çekmemiştir. Alevi Ocakları hakkında çalışmalar son derece az ve varolanların önemli bir bölümü de genel tanımlamaların ötesine geçememektedir. 

    Elinizdeki çalışma bu eksikliği gidermeye yönelik bir girişimdir. Burada Dersim ve çevresinde odaklanmış ocaklar ilgi odağımız olmuştur. Dersim, Anadolu Alevileri'nde seyit aileleri yoğunluğu açısından öne çıkan bölgelerden birisidir. Son yıllar bu bölge ocaklarına yönelik ilgi ve araştırmalar artmaktadır. Bu çalışmada, bu yönde artan ilginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 

    Kitapta, giriş makalesi dışındaki makalelerden her biri bir ocağa ayrılmıştır. İşlenilen her ocağın efsaneleri, yaşadığı alanlar, altkollar ve iç örgütlenmeleri hakkında temel bilgilere yer verilmeye çalışılmıştır. Her ocak, o ocakla yakından bağı olan veya uzun süredir konuyla meşgul olmuş kişiler tarafından yazılmıştır. Amacımız, bölgede varolan bütün ocakları tanıtmaktı. Bunu gerçekleştirememezin tek sebebi, kimi ocaklar hakkında yazabilecek kişilere ulaşamamızdandır. Umarız bu çalışma eksik kalan bölümler konusunda başka arşatırmacıları teşvik edecektir. 

    Her ne kadar Alevi Ocakları hakkında sistematik çalışmalar yok denecek kadar az olsa da, bu durum, ocaklar hakkında yoğun tartışmaların yapılmadığı anlamına gelmiyor. Bu tartışmaların içeriği hakkında okur, değişik makalelerde detaylı bilgiler bulabilecektir. Yine de, bu çalışmayı hazırlarken arka planda bizi meşgul eden ve sürdürülen tartışmalarla da alakalı bir takım sorulara burada kısaca değinmek istiyoruz. 

    İlk olarak şunu vurgulamakta fayda var: meşgul olduğumuz ocak sistemi, örgütsel yanıyla benzersiz bir konuma sahip. Her ne kadar bu sistemin tarihsel geçmişini, hangi şartlar altında başlatıldığını bilmesek de, bu oluşumun, karşılaştığı sorunların üstesinden gelerek kendisini yeniden örgütleme gücünü göstermiş ve zaman içerisinde son şeklini almış olduğu açıktır. Bu sonuç, ocak örgütlenmesi hakkında iki yönlü düşünmemizi mecburi kılıyor.
     
    Birincisi, onun durağan, statik veya değişmez gibi kavramlarla tanımlıyacağımız yapısıyla ilgilidir. Kutsal bir tarih algısı, keramet efsaneleri, kalıtsal ruhani bağlar, kalıtsal bir pir-talip örgütlenmesi bu kategoride ilk etapta sıralayacağımız en önemli özelliklerinden. Bu bağlamda ocak ailelerinin şecerelere olan ilgileri ve şecereler üzerinden yaptıkları tartışmalar, bu değişmeyen algının en önemli dayanaklarından. 

    İkinci olarak, bu örgütlenme, dinamik, değişken ve günlük yaşamın bilfiil içinde şekillenmiştir. Konumuza dahil olan ocaklar, bir merkez etrafında şekillenen dergah tipi örgütlenmelere benzemezler. Seyitler, kendilerine bağlı talipleriyle aynı mekanı paylaşmış, onlarla yaşamış ve onlarla göç etmiş bir yapıya sahiptiler. Talipleri ile olan doğrudan bağlar, ocak ailelerini bir o kadar da dünyevi yapmıştır. Talip aşiretlerle büyüyen, çoğalan ve dağılım gösteren ocak aileleri, bu sayede maddi hayatın değişimleri karşısında çok daha direngen ve esnek bir konum kazanmışlar. Bu durum, onları, kendi içlerinde farklı modeller geliştirmelerine neden olduğu gibi, yüksek rekabetin yaşandığı aşiret ortamında bir denge unsuru olma konumuna da getirmiş. 

    Bu bağlamda, ocak ailelerinin devlet kurumlarıyla ilişkileri de irdelenmesi gereken konu başlıklarından birisidir. Merkezi iktidarlarla sık sık sorun yaşayan aşiret varlığına bağımlılığı ve bir inanç olarak Aleviliğin resmi alan dışında hayat bulmuş olması, ocak örgütlenmesi ile merkezi yönetim arası ilişkilerin de aynı mesafe ve gerilim üzerine kurulduğu varsayımını kabullenmemize yol açmaktadır. Fakat ocak kurucuları hakkında anlatılan keramet hikayelerinde Sultanların huzurunda gösterdikleri mucizeler ve bu sayede aldıkları resmi belgeler, burada da farklı ihtimallere kapı aralamamız gerektiğine işaret etmektedir. Değişmez dünyanın sembolleri olan şecereler, bir de bu ilişkiler ağı bağlamında değerlendirilmelidir. 

    Ocaklar hakkında şimdiye kadar yapılan yayınlar, daha çok konunun ilk özelliğiyle, kutsal ve değişmez olarak algılanan yanını kapsamaktadır. Çalışmaların büyük bölümü efsaneler, mitler ve ocak kurucularının seyitlikleri üzerinde durmaktadır. Bu tartışmaların özellikle ocak üyeleri tarafından yürütülen bölümü, tarihsel dayanakları olmayan ve çoğu zaman kutsal olan ile dünyevi olanın içiçe geçtiği bir bakış açısıyla yapılmaktadır. 

    Bu bağlamda son yarım yüzyılda bu doğrultuda öne sürülen iddiaların vazgeçilmez konularından birisi, Hacı Bektaşi Veli etrafında şekillenmektedir. Ocakların kendi kurucularını, Bektaşi Dergahı çevresinde veya Bektaşi tarihinde anılan isimlerle eşleştirme çabaları izlemeye değer. Bu yönde hiçbir tarihsel dayanağı olmadan öne sürülen iddialar, ocakların kendileri için resmi bir alan yaratma çabalarıyla açıklanabilir. Efsaneleri yeniden yazma ve yorumlama çabaları ise, aynı zamanda bu yapılanmanın düşünsel yanının ne kadar esnek olabileceğini de gösteriyor. 

    Hacı Bektaş çevresinde yaratılmak istenen bu kurguların aksine yeni bulgular, farklı bir yapının varlığını öne çıkartmaktadır. Ocakların geçmişinde artarak tespit edilen Ebu'l Vefa ve onun adıyla anılan Vefailik örgütlenmesinin, Aleviliğin, Bektaşilik öncesi bir tarihinin olduğunu destekler nitelikte. Yine ocak örgütlenmesinin halkaları hakkında bilgilerimizde, bu örgütlenmenin Bektaşi dergahından bağımsız özellikleri olduğunu gösteriyor. Yeni veriler, Aleviliğin örgütsel tarihinin daha geniş bir perspektifle yazılması gerektiğini zorunlu kılıyor. 

    Buraya kadar kısaca işlenilen başlıklar kitap boyunca değişik makalelerde yeniden karşımıza çıkacak. Bu çalışma yalnızca ocaklar hakkında somut bilgiler içermiyor, aynı zamanda konu çevresinde dönen tartışmaları ve farklı yaklaşımları da bütünüyle yansıtmaktadır. Bu birleşim, varolan durumun fotoğrafını sunduğu kadar, gelecek açısından ne tür çalışmalara ihtiyaç duyulduğu konusunda da aydınlatıcı olacaktır. 

    Böylesi bir çalışma, ancak ortak bir girişim ile mümkün olabildi. Bu bağlamda kitaba yazılarıyla katılan yazarlarımızın kendileri de, bu ortak çabaya ayrı bir anlam katmışlardır. Umarız bu kitap, Alevileri oluşturan tüm altgruplarda bu yönde araştırmaların artmasına vesile olacaktır. Ancak bu sayede ocak örgütlenmesinin farklı boyutlarını anlama şansımız olacak ve gerçekci bir Alevi tarihi yazmaya biraz daha yakınlaşacağız. 

Erdal Gezik – Mesut Özcan
 
Kitapta yer alan makaleler:
 
- Rayberler, Pirler ve Murşidler: Alevi Ocak Örgütlenmesine Dair Saptamalar ve Sorular 
Erdal Gezik
 
- Dersim Aleviliği Geleneğinde Bir Tarihsel Ocak: Ağuçan
Sabır Güler
 
- Bamasur (Bawa Mansur) Ocağı
Seyfi Muxundi
 
- Celal Abbas Ocağı
Doğan Munzuroğlu
 
- Cemal Abdal Ocağı (Ocaxê Cemal Avdel)
Erdoğan Yalgın
 
- Derviş Cemal Ocağı
Hasan Hayri Şanlı
 
- Dewreş Gewr Ocağı / Aşireti (Dersim’in Dervişlik Geleneğinde Bir Direniş Öyküsü)
Dilşa Deniz
 
- Kuresu Ocağı
Hüseyin Çakmak
 
- Tunceli-Dersim’de Sarı Saltık Kültü ve Ocağı
Yalçın Çakmak
 
- Sinemilli Aşireti ve Ocağı
Mehmet Bayrak
 
- Şıx Dilo Belincan (Aşirê Pilvankan u Ocaxê Şıx Delil-i Berxêcan)
Erdoğan Yalgın
 
 
Halil Dalkılıç'ın kitap hakkında değerlendirmesine buradan ulaşabilirsiniz.